Kendi Sözleriyle Zeki Müren
Batmayan Güneş Belgeseli'nden
"6 Aralık 1931 doğmuşum, iyi mi etmişim?
37 İlkokul siyah önlük, beyaz yaka, toplumda ilk fiyaka
41 Orta mektepte soluk beniz, kısa saç ve umutlardan kıskaç
1945 Lise, pembe hayaller, yeşil filizler, yorulmayan dizler
Akademi 1950 renk dünyasında renksiz yelkenli
1952 film, plak, dik bir boyun ve alın ak
1954 sahne, çile, para, çile artık ne dilersen dile
62 en büyük aşkım, 62 en deli gönlüm, 62 en neyse
Bindokuzyüz bilmem kaç veda kara dünyaya"
Yalnız Allah'tan korkarım, Allah'ın dediği olur. Bu büyük alemi yaratan ve de yöneten yüce kudret, alnımıza bir yazı yazıyor diyorum ben doğarken. Doğuyor, yaşıyoruz. Ama pembe… Ama gri… Ama siyah olaylarla geçiyor bir ömür ve sonra da çaresi yok ölüyoruz. Evet. Ben bazen ölümü de özlüyorum. "Ölüm özlenir mi?" diyeceksiniz. O beni özlemeden ben yakınlık kurarım.Yeter ki tanrı onun bile hayırlısını versin. Gecinden versin. Başkalarına çektirmeden, gına getirmeden, başka kimseleri rahatsız etmeden… Ne demiş atalarımız? "İki gün yatak, üçüncü gün toprak..." Toprak verimlidir. Yine üzerimizde çimler bitecektir, yine onların da arasında kır çiçekleri olacaktır. Onlar bahar rüzgarlarıyla sallanı;p şarkılar söyleyecektir. Yeniler yetişecektir. Sonbahar gelir, kış gelir ama pıtır pıtır o pembe beyaz baharlar sardı mı bambaşkadır…
Binlerce, onbinlerce, kanayana kadar alkışlayan ellerden sonra bir yatak odası ve dört duvar, bir ayna, elbetteki yavaş yavaş başlayan bir bunalım. Uzun yıllar sonra günde 34 ilaç ve iki insülin iğnesi ve bununla yaşayan yapayalnız, evet hayret edeceksiniz ama yapayalnız bir Zeki Müren...
1931 yılının 6 Aralık Cuma sabahı ezanlar okunurken Bursa'da, Hisar semtinde Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı, iki katlı ahşap evde doğdum. Babam kereste tüccarı Kaya Müren, annem Hayriye Müren'dir. Başka kardeşim yok, tekim.
İlkokul 1. sınıfa başladığımda çelimsiz, zayıf, kırpma saçları böyle platine kesilmiş, Tophane yokuşundan uçarcasına kendini bırakan bir çocuktum. Çünkü hemen o yokuşun sonunda ilkokulumuz vardı.
İlkokulu, Bursa Osmangazi İlkokulu'nda bitirdim. Tophane Okulu, sonra da Alkıncı İlkokulu oldu. Efendim, okulumuz bir çıkmaz sokağın sonundaydı ama çıkmaz sokağın başında Osmangazi Hazretleri'nin ve de Orhangazi Hazretleri'nin türbeleri yanyana yeralmıştı. Arasından bir yolla Tophane bahçesine girilirdi. Şu meşhur kuleli, uzun bir kule olan içinde, halka açık bir bahçeydi o zaman da, şimdi de herhalde öyledir.
Bursa'da sünnet olan her çocuğun fayton araba, böyle çiçeklerle süslenmiş atlı fayton, o zaman landon da denirdi, landon arabayla ilk ziyaret ettiği zat Emir Sultan Hazretleri'ydi. O süslü arabayla Emir Sultan'a gidilir, dua edilir, eve dönüldükten sonra sünnet olayı gerçekleşirdi. Ben 11 yaşında sünnet oldum. Elbette ki o landon, yani faytonun büyüğü olan atlı arabayla böyle başımdan teller, sağ omuzumdan aşağı doğru iniyordu ve şapkamda da hakiki hem anneannemin hem teyzemin broşları ön kısmını süslüyor, bu bir adettir, yani her çocuk öyle süslü bir şapka giyerdi. Efendim şimdi asıl bir noktaya geleceğim. Emir Sultan Hazretleri'nin türbe ve camiini ziyaret ettikten sonra muhakkak uhrevi bir hava ile eve dönülüp, insan sünnet acısını hissetmezdi. Buna inanmanızı bilhassa istirham ediyorum. Emir Sultan Hazretleri dedim de rahmetli babacığımın kabri de şimdi hemen onun yamacında. Allah gani gani rahmet eylesin. Çok sevdiğim anneciğimden öğrendiğim Emir Sultan İlahisini ilk olarak bu programda sizlere sunmak geldi içimden ve okuyorum efendim.
Emir Sultan
Medine'den bir er uçtu
Uçtu da Bursa'ya düştü
Görenlerin aklı şaştı
Emir Sultan hu hu benim şeyhim hu
Sağ yanında oğlu yatır
Sol yanında kızı yatır
Var kendini Nur'a batır
Emir Sultan hu hu benim şeyhim hu
Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'de 2. Ortaokul'da tamamladım. Sesimin güzelliğini İlkokuldaki öğretmenlerim keşfetti ve okul müsamerelerinde bana başrolü vermeye başladılar. İlk rolüm bir çoban rolüydü. Etrafımda kızlar dönüyordu ve kepenek giymiş olarak aralarında şarkı söylüyordum.
"Çobanın kulübesi sazdan samandan
İçine de girilmez tozdan dumandan
Çoban yarin ölmüş, bıraksana kavalı
İşte bıraktım kavalı, neden ölmüş zavallı?"
deyip ağlıyordum. İlk rolüm budur. Hayatımdaki ilk rol.
Ortaokulu bitirdikten sonra Bursa bana adeta dar gelmeye başladı. Büyük şehre taşmak arzusuyla yanıyordum. Büyük şehir tabi ki İstanbul'du. Babama rica ettim ve İstanbul'da Boğaziçi Lisesi'ne yazıldım.
Boğaziçi lisesini birincilikle bitirip, Kabataş lisesinde verdiğim olgunluk imtihanlarını da pekiyi dereceyle kazandıktan sonraydı. O zaman sınavla öğrenci kabul eden tek okul Güzel Sanatlar Akademisi'ne, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, imtihanlarını kazanı;p girdim. Ve Akademi günleri başladı. Ne tesadüftür ki İstanbul Radyosu'nun açtığı ve çok büyük bir juri heyetinin huzurunda 186 kişiden bir tek benim kazandığım solist sınavına elbette ki başım dönerek girdim, sendeleyerek çıktım. Sevincim sonsuzdu, juri üyesinin gözlerindeki takdiri okuyordum, adeta başım dönüyordu ve bana seans verilecek günü kalbim gümbürdeye gümbürdeye bekliyordum.
Stajyerliğe tabi tutulmadan 1951'in 1 Ocak gecesi 20:30'daki 45 dakikalık en büyük program için, tanrım gani gani rahmet eylesin, çok büyük üstad Refik Fersan Beyefendi ve muhterem eşi Fahire Fersan hanımefendinin telefondaki o zarif, o nahif, o şefkat dolu sesi beni sevinçten çılgına çevirmişti. Gel diyorlardı. Gel, iki saat sonra en büyük seansı sen yapacaksın. İstediğin makamdaki bir dosyanı kap ve hemen koşa koşa gel. Tanrım sanki bana kanat takmıştı. Uçuyordum, adeta yön tayin edemeden uçuyordum. Radyo koridorları ve A stüdyosu. Kırmızı "prova" ve "susunuz" yazan 2 ışıklı levha, ortada büyükçe bir mikrofon ve karşımda yalnızca 5 saz sanatçısı. 5 sanatçı ama ne 5 zat! Hakkı Derman Bey, Serif İçli Bey, Şükrü Tunar Bey, Refik Fersan Bey, ve Necdet Gezen Bey. Küçük bir provadan sonra seansıma başladım. Ayaklarım yerden epey yukarıda boşlukta sallanıyor, böyle başarı kanatlarım beyaz bulutlara değiyordu sanki. Hicaz makamı ile başladım. Okunması kolay olmayan klasik parçalardan, en sonundaki "Yanık Anadolu Mayası"na kadar rüyada gibi söyledim, söyledim, söyledim... Gözlerimi kapadığımda gök kuşağından tüm renklerin nokta nokta uçuştuğunu sezinliyordum, fakat tabi ki notaya bakmaya mecbur olduğum için yine siyah beyaz yazılara dalıyordum. Bir asır kadar uzun veya bir saniye kadar kısa süren bu ilk seansımdan sonra tebrik telefonları, mektuplar, merak edenlerin sualleriyle dolu bir sürü istek, Bursa'dan rahmetli anneciğimle çok yakında kaybettiğimiz ve çok üzüldüğümüz büyük sanatçımız Sayın Hamiyet Yüceses Hanım telefonla adeta aynı anda, bir iki dakika arayla aradılar. İkisi de ağlıyordu. Hem ağlıyorlar hem kutluyorlardı. Ne kadar mutluydum. Biri Türkiye'nin en meşhur sanatçısı, diğeri beni doğuran ana. Ben onun ninnileri ile Türk Müziği'ni tanımıştım. Radyonun kapısına insanlar ve arabalar dolmuştu. Canlı neşriyatta tabii o zaman bant falan yok. Zaten ben İstanbul'a gittiğimde 12 sene canlı neşriyat yaptım. Canlı neşriyatın heyecanı çok başkadır, güzelliği çok başkadır. Mesuliyeti de tabi çok büyüktür. Kimdi bu çocuk diyorlardı. Gevrek, genç, tenor bir ses. Acaba kadın mıydı, erkek miydi aralarında iddia gidenler olmuş. Alın yazısında ne yazıyorsa o oluyor efendim. Anadolu'dan net dinlenemeyen İstanbul Radyosu, o zaman Ankara Radyosu'nun tüm Anadolu'ya hakim olduğu yıllar ve tesadüfe bakınız o hafta sanatçı Şükrü Pınar Bey'in beni okuldan alı;p, Yeşilköy'deki plak fabrikasına götürüp kendi eseri olan "Muhabbet Kuşu" nu plak okutması beni tüm Anadolu'ya tanıttı. Çünkü yeni biri çıkmış, İstanbul Radyosu Marmara bölgesi haricinde cızırtılı dinleniyor diyelim. Ama "Muhabbet Kuşu" plağı öyle değil. Edirne'den Ardahan'a her tarafta plak rekoru ve de beni ilk tanıtan şarkım "Muhabbet Kuşu".
Bestekârlık, şairlik, ressamlık, icracılık olur da, film çevirmeden bırakırlar mı adamı? Hadi Zeki'cik dedim, ha gayret. Ben de zaten çocukluğumdan beri hevesliyim, evimde yaptığım 5 yaşından itibaren çocuk müsamereleri, bu filmlerin ve tiyatroların ilk provalarıydı. Efendim ilk filmim, Cahide Sonku isimli ilahenin karşısında oynamak... Yani "Beklenen Şarkı"ydı. Beyoğlu'nda Cahide Sonku'nun resimlerini tek tek, tekrar tekrar izlemek. Sene 1953'te karşılıklı devrin en büyük filminde oynamak... En büyük diyorum, megalomani saymamanızı rica ediyorum. Çünkü o devir için 8,5 ayda biten ve de benim kendi dublajımı kendi yaptığım, bu da bir başarıydı tebrik ettiler tabii dublaj yapanlar ve de halkımız, çok güzel sonuç alındı, gişe rekorları kırıldı fakat Cahide Hanım neden bilmem çok güzel, çok büyük, biraz hırçın, biraz da kaprisliydi. Filmin gişe rekorları kırması ve de galalarda arabamızın havaya kaldırılması bu büyük fakat hırçın sanatçı etrafını kırıyor bazen, ben hariç herkesi üzüyordu. Tabii dolayısıyla ben de elbet üzülüyordum. Ve bu film yolu kader çizgimde parlak ve parlak olduğu kadar da virajlı ve engebeli olan bir yoldu. İnsanüstü bir güçle hem akademi son sınıfı pekiyi dereceyle bitirip hem de geceleri film çevirdiğim günlerde evimin merdivenini daha o yaşta zor çıktığımı hatırlıyorum. Hepsi halk içindi. Beni yaratan, beni yaşatan halk içindi. Hepsine helal olsun. Candan helal olsun.
26 Mayıs 1955 yılında sahne konserlerim başladı. Sahnede giydiğim ilk beyaz frag, ilk bordo simokin ve papyonuma işlettiğim küçük bir inci bir çok söylentilere yol açtı. Fakat bu gün bir çok sanatçı bunu tatbik ettiğine göre demek öncülüğünü yaptığım için memnun olmam gerekiyor. Bir de ben talebeyken tatil günlerinde diğer sanatçıları dinlemeye birçok gazinoya gitmiştim. Saz heyeti değişik kostümlerle sahneye çıkıyorlardı. Diyordum ki içimden bir gün sahneye çıkarsam ki bundan emindim, çıkacaktım okulum bitince, saz heyetine bir forma giydirmek, halk konserleri olduğu için bu siyah simokin olamazdı tabii ki mavi ceket, gri pantolon ve lacivert papyon olarak saz heyetine ilk aynı biçim ve renkte formayı ben giydirmiş oldum. Önce itiraz edenler oldu mesela merhum büyük üstad Salahattin Pınar Bey ben giymem dedi önce, rica ettim üstadım dedim siz çok şıksınız, gerçekten çok şık giyinen bir insandı Pınar, ne olur dedim kırmayınız, diğer sanatçılara örnek olunuz, peki dedi evladım ben de aynı elbiseyi giyeceğim dedi kabul etti.
Sahnede okuduğum ilk şarkı "Var mı hacet söyleyin ey Gülşen'im, ben kulunum sen efendimsin benim" isimli Muhayyer Kürd-i şarkıdır. Bu arada sahneye bazı yenilikler getirmeye çalıştım. Mesela halka daha yakın olmak için, arkadaki masalara daha yakından hitap etmek için podyum denen, "T" denen sahne çıkıntısını ben rica edip müessese sahibine yaptırdım. Dolayısıyla el mikrofonu kullanmam gerekti çünkü kordonsuz bir mikrofonla arkalara doğru uzanamazdım. Arkamda bir dekor olmasını istedim ve yaptılar. Sahneye ilk ark ışıklarını vurdurtmak ilk bana nasip oldu nacizane. Ve kostümlerimde büyük değişiklikler yaptım. Mesela simokinden, yakaları işlenmiş bir kostüme geçtim. Bir sezon sonra Türk motifleriyle bezenmiş, ki bunları nacizane kendim çiziyordum, başka bir simokin giydim. Ondan sonra daha fazla renkli, işlemeli, modern desenli kostümler giymeye başladım. Yine konserimin başında siyah bir simokin kullanıyordum. Sonraki şarkılarda dört - beş kostüm değiştirmeye başladım. Ve bunlar pelerinlere hatta mini şortlara kadar gitti. Halkımız hoş karşılamasaydı bunları giymezdim. Müstehdi bir bakış sezseydim zaten hemen keserdim bu işi ve smokin giymeye devam ederdim.
"Altın Plak" armağanını 1955'te Manolya isimli bestemle ilk alan nacizane bendenizim efendim. Her yıl bir film çeviriyordum ve gazino konserlerim devam ediyordu.
1957 yılında yedek subay olarak askerlik görevimi yaptım. İlk altı ay Ankara Piyade Okulu'nda, ikinci altı ay İstanbul Harbiye Temsil Bürosu'nda, üçüncü altı ay Çankırı'da teğmen olarak askerlik görevimi tamamladım. Sonra tekrar sahnelere döndüm. Plakları okumaya devam ettim. Her yıl o zaman on - onbeş plak okuyordum henüz longplayler yoktu. Radyo seanslarım devam ediyordu ve canlı yayındı. Banta alınmıyordu.
1965 yılında akademide ve daha sonra yaptığım resimleri 3 şehirde sergiledim. İstanbul'da Olgunlaştırma Enstitüsü'nde, Ankara'da Fransız Kültür Derneği'nde, İzmir'de Yumru Galerisi'nde resimlerimi, desenlerimi sergiledim halkımıza ve o yıl şiir kitabı çıkardım. Kitabımın ismi "Bıldırcın Yağmuru". içinde 100'e yakın şiirim var nacizane efendim. Okuduğum şarkıyı önce kendi kalbimin içinde hissediyor, sonra elektronlarımla beni saygıyla dinleyen kadirşinas dinleyicilerime sunuyordum.
Alkışlar… Alkışlar… Sonra taklitler taklitler, kıskançlıklar, tahrikler. Sahne arkasındaki giyinme odamda, masanın üstünde "Mitol" isimli burun damlam var. Genizlerim tıkanınca sahneden evvel iki damla damlatıyorum ve öyle çıkıyorum. O küçük şişenin içine kezzap doldurdular. Güya ben burnuma o Mitol damlasından çekince ses tellerim "Kırık Plak" filmindeki, tabi o senaryo icabı öyleydi, ses tellerim zedelenecek ve okuyamayacağım, ortalık başkalarına kalacak. Ey güzel Allah'ım, ey! Bu ne zalimliktir, bu ne vicdandır? Bu nasıl namustur, bu nasıl haysiyettir? Ben cevabını bulamadım. Daha neler, daha neler...
Hala benim dahi izah edip derinine malesef inemediğim bir yalnızlık duygusu var şöhretin içinde. Belki de dışında, kabuğunda… Evet bir yalnızlık duygusu… Yanında, yakında, gerçekte çileni paylaşacak çok candan kişileri göz bebeklerinin en derinlerinden gizlice dışarı sızan bir çekememezlik ve bir acılık, yani dostlukların yavaş yavaş eriyişi ve de, ne yazık esefle söylüyorum, bitişi.
Doktorlar sahneyi yasakladıktan sonra beş sene üst üste Bodrum Kalesi'nde epeyce uzun süren konserler verdim. Bodrum için can bile verilir. Çok güzel geçti konserler. Doğu'dan, Batı'dan, Kuzey'den, Güney'den pek çok sevenim kaleyi doldurdular. Yani Aspendos yavrusu olarak düşünüyorum ben bu konserlerimi. O Aspendos konserinin, hayatımın, sanat hayatımın tacıdır dediğim konserimin, bir tatlı sadık yavrusu olarak görüyorum. Çünkü orası yirmi yedi bin kişilikti. Muhteşem birşeydi. Burası da sevgi ve saygı bakımından aynı ihtişamı yaşattı ve yaşadı.
.............
İstanbul Yeşilköy'deki İnternational Hospital'da 19 gün yatı;p kontrolden geçtiğimde, üç sene evvel oluyor bu olay, çok sevdiğim doktorlarım bana ebedi bir arkadaş takdim ettiler. Bu dostun adı İnsülin idi. Meğer ben şeker hastasıymışım. Onu bilemiyordum. Sabah ve akşam muntazam olarak, 7'de ve 19'da, 22 deziyem iğnemi karnımdan kendi kendime yapmayı öğrendim. Ve şimdi çok rahat o işi kendim görüyorum çünkü sabahın 7'sinde iğneci bulmak da çok güç, başkasını uyandırmak da imkansız. Efendim, pankreasım nedense bana küsmüş, gereken maddeyi vücuda vermiyormuş yani adı tatlı olup da perhizi pek kolay olmayan şeker hastası teşhisi konmuştu. Söz dinlemek ve tavsiyelere uymaktan başka çarem yoktu. Allah'tan perhizime ve ilaca alışkındım, sıkılmadan devam ettim ve etmekteyim.
.............
ZEKİ MÜREN
Son tarihi bir bilseydim, iş;portacı olurdum Hayatın anası tablamda."
Sanat Güneşi Zeki Müren “Bıldırcın Yağmuru” adlı kitabına koymuştu bu biyografik şiirini. Yaşamını bu şiirle
özetleyivermişti. 1965’ te bu satırları yazarken bir tek şeyi bilmiyordu: “Kara dünyaya ne zaman veda” edeceğini...
Oysa biz artık biliyoruz: 1996’da bir güneş gibi parlamasını sağlayan sahnede, billur sesini bizlere duyuırduğu ilk
mikrofonu elindeyken yorgun kalbine yenik düştü.Geride 300’ü aşkın şiir, 100’e yakın beste, 500’ü aşkın plak, 18
film, bini aşkın desen ve kulaklarımızdan silinmeyecek, hiçbir ölçüyle ölçülemeyen güzellikte bir nida bıraktı.
Şimdi en başa dönüp Türkiye’nin bu ilk ve tek sivil “Paşa”sı Zeki Müren’i satır başlarıyla, zaman zaman kendi
ifadeleriyle tanıyalım.
“6 Aralık 1993 doğmuşum... İyi halt etmişim.”
63 yıl öncesinin Bursa’sı... Cumbalı evlerin yıkılmamak için sırt sırta verdiği Tophane Mahallesi Ortapazar
Caddesi’ndeki 30 Numaralı ev.Sadece mahallenin değil Bursa’nın en iyi giyinen erkeği diye ün salan Kaya Bey ve
güzelliği, tatlı diliyle mahallenin göz bebeği Hayriye Hanım sıkıntıda.Mahallenin ebesi Rukiye Hanım bir içeri bir
dışarı koşuşturup duruyor.Herkes hem endişeli hem heyecanlı hem de büyük bir merakta.Dakikalar geçmek bilmiyor.Gün
doğmak üzere.Sabah ezanına bir çığlık karışıyor.Rukiye ebe bir yandan bir oğlan doğduğunu müjdeliyor, bir yandan da
sanki içne doğmuş gibi “Göbek bağını uzun kesiyorum ki sesi güzel olsun” diyor.
Babaanne, “başarılı ve zeki olsun” diyerek adını ZEKİ koyarken, dede yıllarca kulağından silinmeyecek ve ilk müzik
dersi olan ninnisini fısıldıyor kulağına.
İşte böyle doğmuş yıllar sonra Türk Sanat Müziği’nde Türkiye’nin bir numarası olacak ZEKİ MÜREN...
“39 İlkokul: Siyah önlük, beyaz yaka. Topluma ilk fiyaka.”
Ahşap cumbalı evin üst katı.Minik Zeki 6 yaşında.Ev derin bir sessizlik içinde.Herkes uyuyor.O hariç.O pirinç
karyolasında sırtüstü yatmış pırıl pırıl parlayan gözlerini tavana dikmiş sabırsızlıkla sabahın olmasını
bekliyor.Çünkü aylar,günler boyu kedisi
“Benli”ye anlattığı hikayeleri sabah olunca gerçeğe dönecek.Günlerdir dört gözle beklediği okuluna nihayet bu sabah
kavuşacak Zeki.
Günün ilk ışıklarıyla hemen yatağından kalkı;p aşağıya iner. Babaanne çoktan kalkmış mangalda sabah kahvesi
pişirmektedir. Kimbilir belki o da torununu okula başlayacağı bu ilk güne hazırlanmak için sabahı zor etmiştir.
Zeki’yi bir güzel giydirir. Adeta gelini ile küçük bir rekabet yaşamış ve babaanne kazanmıştır. Anne Hayriye Hanım
aşağıya indiğinde Zeki çoktan okula hazırdır.
Hayriye Hanım,Zeki’yi Orhan Gazi İlkokulu’na götürür ve Nazire Öğretmen’e teslin eder. Yalnız “küçük” bir sorun
vardır: Zeki henüz altı yaşındadır.Müren ailesi ilk haftayı heyecanla bekler.Ya bir aksilik çıkarsa diye.Ne varki
küçük Zeki,tı;pkı adı gibi zeki bir çocuktur ve müjde gelmekte gecikmez: Zeki,okuma-yazmayı hemen söktüğü için okula
kesin kaydı yapılır.
Okul dışındaki günler de keyif içinde geçer.Aile tek çocuklarının üzerine titrer.Zeki’ye sokakta oynamak resmen
olmasa da yasaktır.Çünkü taşlı,topraklı yolda çelik-çomak oynarsa gözlükleri kırılabilir.Zaten çok ince
ruhlu,duygusal olan Zeki hem bu ruh halinin hen ailesinin etkisiyle evin merdiveninde oturur,sokakta oynayan
çocukları seyreder imrenerek.Neyseki bez bebeği “Tomris” vardır.En büyük eğlencesi akşamları evin merdiveninde
babasını beklemektir.Kaya Bey her akşam aynı saatte yolun başında göründüğünde Hayriye Hanım çoktan akşam sofrasını
hazırlamış olur.Rakılar içilir ve Zeki babasının dizindeki yerini alır her gece olduğu gibi büyük bir zevkle her
ikisinin de en çok sevdiği şarkıyı söylemeye başlarlar:
“Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen...
Kıskan beni, göğüsünde uyut, yan ateşimden...”
Pazar günleri biri beyaz biri doru iki atın çektiği minik faytonla anne ve babayla gidilen piknikler,piknikteki
çilingir sofraları hiç silinmez hafızasından.
Sahne tozunu ilk o yıllarda yutar: Her yaz gelen çadır tiyatrosu Zeki’nin en büyük eğlencesidir.Evde babaannesinin
gıcırdayan gramofonuna kayıt yapıyormuşcasına şarkılar söyleyen,bahçenin havuzunun duvarlarını sahne olarak kullanan
küçük Zeki için çadır tiyatrosunun çok büyük bir anlamı vardır,çünkü orada saz heyeti ve sanatçılar vardır.Çadır
tiyatrosu Bursa’da kaldığı müddetçe Müren ailesi iki gecede bir giderler.Zeki en önde oturur ve sırayla sahneye
çıkan sanatçılarla birlikte şarkıları mırıldanır,sahne kokusunu içine çeker doya doya... İşte bütün yaşamı boyunca
onu sahnelere bağlayacak tozu ilk orada yutar.Tiyatro dönüşü sıra Zeki’dedir.Eline renkli bir mendil alır,başına
şifon bir eşarp sarar,geçer aynanın karşısına saatlerce şarkı söylerdi.
“44 Orta mektep: Soluk beniz, kısa saç.Umutlardan kıskaç.”
Mora yarımadasından gelip Bursa’ya yerleşen,topuz saçları,bembeyaz uzun elbisesiyle mahallede herkesin
arkadaşı,ablası olan babaanne,Zeki’nin ortaokul yıllarında midesinden rahatsızlanmıştı.Yılda bir kez Tuzla’ya
İçmeler’e gelirdi.Zeki ile birlikte Mudanya’dan İstanbul’a gelir ve Sirkeci’dekiViyana Oteli’nde kalırlardı.Her şey
Zeki’yi adeta sahnelere hazırlıyordu.Otelin alt katındaki plakçı son çıkan plakları çaldıkça Zeki müthiş
heyecanlanır,şarkıları dinlemek için otelin penceresinden aşağıya düşecek kadar kendinden geçerdi.Bursa’ya dönmek
gelmezdi içinden.
Ortaokul bittiği zaman içindeki isteği bastıramaz hale gelmişti.Bursa ona dar geliyordu.İstanbul’a gitmek için
içinde dayanılmaz bir arzu vardı.Dinlemek istediği sanatçılar,müzik dersleri alabileceği okullar istediği herşey
İstanbul’daydı.Sonunda babacığına açtı derdini.Babası kırmadı onu.
“1947 Lise: Pembe hayaller, yeşil filizler.Yorulmayan yorgun dizler”
Bir sonbahar günü babası Zeki’nin elinden tutup İstanbul’a götürdü.Zeki burnuna gelen kokuyu çadır tiyatrosundaki
kokuyla karşılaştırdı.İstanbul’un kokusu ağır bastı.Çok sevdiği annesi,babası,neneleri,dedeleri,herkes Bursa’da
kalmış Zeki İstanbul’da Bebek’teki Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak kaydolmuş ve yepyeni hayata ilk adımını
atmıştı.İlk aylar çok zordu.Dağ sıla hasreti,aile özlemiyle doluydu.Etüd öncesi toplandıkları yüksek
tavanlı,muhteşem akustiği olan dershanede bu özlemini duygulu sesiyle dile getirir,sınıfı hıçkırıklara boğardı:
“Penceremden kar geliyor,
aman annem, gurbet bana zor geliyor...”
Sonra Zeki,yi sevinçten havalara uçuraçak bir haber duydular okulda.Ünlü bestekar Şerif İçli ve Kadir Şençalar
Boğaziçi Lisesi’ne gelerek ders vereceklerdi.İlk kayıt yaptıran Zeki oldu. Her Çarşamba hiç aksatmadan ders almaya
başladı. Sonraları dersler Şerif İçli’nin evinde de sürdü.Okulun tatil olmasını dört gözle bekliyordu. Ailesine
kavuştuğu ilk tatil, ilk bestesini de kazandırmıştı ona. Sözlerini de kendisi yazmıştı hem de akrostiş olarak:
"Zehretme bana hayatı cananım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederinle yanı;p sönse de canım
İnanki ben sana yine hayranım"
İstanbul ‘a döner dönmez “Acem Kürdi” makamında bestelediği bu ilk şarkısını keman ustadı Yavuz Özüstün ve Udi Edip
Dikencik ‘e mırıldandı. Onlardan aldığı “olur” ona dünyaları bağışlamıştı. Bu ilk beste Zeki Müren daha lisedeyken
henüz 14 yaşındayken radyoda Suzan Güven tarafından okunmuştu.
Boğaziçi Lisesi Zeki Müren’in hayatının dönüm noktasıydı. İlk bestesini orada okurken radyoda çalınmıştı. Radyoyla
tanışması da yine o yıllarda olacaktı:
Radyoda Zeki Müren’in bestesini seslendiren Suzan Güven bir gün okula gelmiş ve müjdeyi vermişti:
“Radyo imtihan açtı.Sanatçı alınacak.Bunu sana haber vermeye geldim.Mutlaka bu imtihana girmelisin.”
Sınav gününü nasıl bekledi,radyoevine kadar nasıl gitti,farkında değildi.Öylesine çok heyecanlıydı ki dizleri
titriyor,ağzı kuruyordu.Ama her şey radyoda jürinin karşısına,sazların önüne geçtiğinde bitmişti.Veli Kanık,Yorgo
Bacanos,Refik Fersan,Fahire Fersan,Cevdet Çağla ve Baki Süha Edipoğlu’ndan oluşan jürinin karşısında 3 bin eseri
ezbere bilen yaşı genç ama bilgisi,görgüsü,sesiyle 40 yıllık sanatçılara taş çıkartan bir Zeki Müren vardı.İlk
okuduğu şarkı Hicaz makamında “Nideyim sahnı çemen seyrini cananım yok” oldu.Sonra ardı geldi.Jüri Zeki Müren’i Bir
türlü bırakmıyordu.Sınava girmek için bekleyen 185 kişi kapıda sabırsızlıkla içeride ne olduğunu öğrenmeye
çalışıyor,jürinin istekleri ise bitmiyordu.Bir saatin sonunda jüriden bir tek ses çıkıyordu:
“Fevkalade,fevkalade...”
Boğaziçi Lisesi’nde bayram vardı.Çok sevdikleri Zeki Müren radyo sınavını da başarıyla geçmişti.Sıra program yapmaya
gelmişti ki birinci haftanın sonunda beklenen telefon geldi radyodan:
“Perihan Altındağ altındağ rahatsızlanmıştı ve yerine Zeki Müren’in programa çıkması” isteniyordu.En çok sevdiği
makam olan Hicaz dosyasını alı;p koşa koşa gitti radyoevine.Program tam 45 dakikaydı.Zeki Müren’in ilk
programıydı.Binlerce,milyonlarca insan onu dinleyecekti.Bacakları titriyor,sırtı terden ıslanıyordu ama o adeta
bülbül gibi önce hicaz şarkıları okudu,ardından kalan vakti doldurmak için bir maya,ardından bir türkü...45 dakika
bitmişti.Saz heyeti şaşkın,radyoların başındakiler merakta,Zeki Müren mutluluktan sarhoştu.Dinleyenler telefonlara
sarılmıştı.Herkes büyük bir merak içinde bu güzel sesin sahibini öğrenmek,tanımak istiyordu.Gelen telefonlardan biri
de Hamiyet Yüceses’tendi: “Radyodan 45 dakika boyunca ağlayarak dinledim seni evladım.Çok merak
ediyorum,kimsin,nesin?”
Çok değil,birkaç ay sonra yalnız Hamiyet Yüceses değil,tüm Türkiye onu tanıyacak,sevecek,hayran olacaktı.
Lise yılları böyle geçti.Bir yandan şöhret basamaklarını tırmanıyor bir yandan Refik Fersan’dan “feyz almaya” ,Şerif
İçli’den ders almaya devam ediyordu.
“Akademi 1950: Renk deryasında renksiz yelkenli”
Boğaziçi Lisesi Zeki Müren’i Türkiye’ye kazandırmıştı.Lise bittiği gün Zeki Müren
plakçıların,gazinocuların,filmcilerin peşinde koştuğu pırıl pırıl bir gençti.Sıra üniversiteye gelmişti.O artık bir
şöhretti ama ailesinin de etkisiyle okulu hep birinci sıradaydı.İstediği fakülteye girebilecekken o sınavla öğrenci
alan Güzel Sanatlar Akademisi’ ni seçti. İlkokuldan beri resme, güzel sanatlara olan ilgisi sınavı kolaylıkla
geçmesini sağladı.
Bir yandan akademiye devam ediyor, bir yandan da radyo programlarını sürdürüyordu. O yıllarda İstanbul ‘da üç gazino
vardı. Küçük Çiftlik Parkı, Tepebaşı Gazinosu ve Cumhuriyet Gazinosu. Gazino sahipleri sırayla Zeki Müren’in
kapısını çalıyor ve o günler için çok büyük paralar öneriyorlardı. Zeki Müren’in yanıtı hep aynıydı: “Hayır”.
Ama plak önerisine aynı kararlılıkla hayı diyemedi. Bütün plakçılar peşindeydi. En büyüklerinden biri görülmemiş bir
parayla kapısını çalınca kabul etti. Yeşilköy’de bir stüdyoda doldurulan ilk palak “Bir Muhabbet Kuşu” bir anda yok
sattı. Türkiye’nin her yerinde pikap olan her evde,lokantada, kahvede, meyhanede artık bir tek plak çalıyordu: Bir
Muhabbet Kuşu ... “Altın Plak “ ödülünü ise 1955’de doldurduğu “Manolya” adlı plağı ile alacaktı.
Sırada Yeşilçam vardı. İlk film teklifi baba dostu İhsan Doruk aracılığıyla geldi: Cahide Sonku, o yılların en gözde
sanatçısı, o unutulmaz güzellikteki Cahide Sonku müzikal bir film yapmak istiyordu ve başrolde Zeki Müren’i uygun
görmüştü. Babası “önce okul bitsin” diye direnecek oldu ama ikna edildi ve kollar sıvandı.
Yapmcılığını Cahide Sonku ve kocası İhsan Doruk’un yaptığı başrollerini Jeyan Mahfi Ayral’la Zeki Müren’in
paylaştığı “Beklenen Şarkı” adına uygun bir başarı elde etti. Türkiye Zeki Müren’i bekliyordu ve onu bağrına bastı.
Beyaz Perde’ye aranan renk bulunmuştu. Ardı ardına 18 film çevirdi. Her biri büyük başarı elde etti Şiir, şarkı,
desen derken Zeki Müren adeta güzel sanatların her dalında başarılı olabileceğini kanıtlıyordu. Filmlerde hem
oynuyor, hem söylüyor hem müzik yönetmenliğini yapıyor hem de kendi dublajını kendi yapıyordu. Sıra sahneye
gelmişti..
“1955 Sahne: Çile, para, para, çile.Ne dilersen dile.”
Gazino sahipleri kapısını aşındırıyordu.Biri gidiyor,biri geliyor,araya tanıdıklar konuluyor.”dile bizden ne
dilersen” deniyordu.Okul da bitmişti.Yani artık gazinocuları reddedeceği bir bahanesi de yoktu.Küçük Çiftlik
Gazinosu’nun sahibi Mahmut Alnar bu fırsatı değerlendirdi:
“Okulunuz bitmiş Zeki Bey,Size gecede 1200 lira teklif ediyorum.Evet mi, hayır mı?”Gecede 1200 lira... 1954 yılı
için bu parayı bir gecede kazanmak hayal bile edilemezdi.Zeki Müren’in dudaklarından dökülen “Evet” onu sahnelerin
“Sanat Güneşi” yapacak ilk adımdı.”Evet” dediği andan itibaren içine bir kurt düştü.İlk kez hayranlarının karşısına
çıkacaktı.Şimdiye kadar onu plaklarından,radyodan,filmlerinden izleyenlerin,sevenlerin karşısına etiyle,kemiği ile
ilk kez çıkacaktı. Öyleyse bir şeyler yapmalıydı. Yetenekleriyle nasıl ötekilerden faklı olduğunu kanıladıysa ,
görüntüsüyle de farklı olmalıydı. Birşeyler yapmalıydı. Günler, geceler boyu düşündü ve sonunda buldu. Sahneye önce
beyaz bir frakla çıkacak, beş şarkı sonra siyah bir frak giyecek, altı şarkı da bordo cıvıl cıvıl bir frakla
programını tamamlayacaktı. Tam içi rahatlamıştı ki aklına saz heyeti geldi. Ya onlar? ne giyecekti . Ogüne kadar her
biri başka biri başka bir renk giysisiyle hatta kirli buruşuk giysilerle çıkıyolardı sahneye. Onu da değiştirmeliydi
de nasıl? Akademi Dekoratif Sanatlar Bölümünü’nde okumuş olmasının da etkisiyle çözümü bulmakta gecikmedi. Hem sahne
düzenini değiştirdi, hem saz sanatçılarına bir örnek elbise giydirmeye karar verdi. Tek sorun her biri kendi alanınd
üstad olan saz sanatçılarına bunu nasıl söyleyeceğiydi. Ama duygusal, sevecen kişilği, insanlara duyduğu saygıyı,
sevgiyi göstermekteki becerisi ve nezaketi bunun da üstesinden gelmesini sağadı. Şıklığıyla tanınan Selahattin Pınar
bu işe biraz alınmıştı. Zeki Müren “Canım üstadım, diğerlerine de siz örnek olursunuz. Siz giyerseniz onlar da
giyer.” Deyince akan sular durmuştu.
Zeki Müren Küçük Çiftlik Gazinosunda sahne aldığı ilk gece bembeyaz bir frak giymiş arkasında oturan Selahattin
Pınar, Sadi Işılay, İsmail Şençalar, Yorgo Bacanos, Kadri Şençalar, Şükrü Tunar, Necdet Gezen (Müjdat Gezen’in
babası;), Fevzi Aslangil ve Hakkı Derman da bir örnek mavi ceket, gri pantalaton ve gri papyonlarıyla yerlerini
almıştı. Bu Zeki Müren’e göre “küçük değişiklik” ilerde sahnelerde yaratacağı büyük devrimin de göstergesi olmuştu.
Tarih 2 Mayıs 1955’ti. O gece Küçük Çiftlik Gazinosu’nda yer yerinden oynamıştı. Zeki Müren sahneden inemiyordu.
Gördüğü büyük ilgiye göz yaşlarıyla karşılık verdi. Kalbinin bütün bu heyecanlara nasıl dayandığını anlayamıyordu.
Sahne programlarının ardı arkası gelmiyordu. Biri bitiyor diğeri başlıyor, sahneden indikten sonra da “ekstralar”
başlıyordu. Bu ekstraların çoğu ona vaktiyle elini uzatan sanatçıların jübileleri oluyordu.
Sahnelerdeki devrim ise tüm hızıyla sürüyordu. Önce saz heyetinin sahne giysilerinin dışarda da giymemesi için küçük
bir önlem aldı. Giysilerin yakalarına parlak şal desenli parçalar koydurdu ve böylece elbiselerin gündelik yaşamda
giyilmesini ve yı;pranmasını önlemiş oldu. Ardından kendi giysilerini ele aldı. Modelini çiziyor, kumaşını beğeniyor
ve diktiriyordu. Her birinin de bir başka adı kostümlerinin . Kendi modasını kendi yaratıyordu. Neler yoktu ki bu
modada: Bir gün pullar, payetlerde süslü pırıl pırıl bir ceket, başka bir gün rengarenk ışıl bir kostüm. Ama en
büyük devrim sahneye şortla çıkmasıydı:
Apartman topukların moda olduğu yıllardı. Dizlerine kadar bağcıklı lame çizmeler, yakası tüylü, payetlerle süslenmiş
lame karışımlı mini minnacık bir şort takım ve arkasında yine elbisesine uygun renklerde şifon bir pelerin ,
kolunda-başında giysilerini tamamlayan aksesuarlarla seyircilerin karşısına çıktığında o güne dek süregelen bütün
kalı;pları, alışkanlıkları yıkmıştı. Aldığı kimi cılız eleştirilere karşı “Bir sanatçı hem kulağa hem gözlere hitap
etmek zorundadır” diyordu. O günlerde sınırlı sayıda olan magazin bası, müzik-sinema dergileri için bulunmaz bir
nimetti. Hemen her gün, her hafta Zeki Müren ile ilgili bir haber, Zeki Müren’in sahnelere getirdiği bir yenilik yer
alıyordu gazetelerde, dergilerde.
Bu yeniliklerden biri de Zeki Müren’in sahne dekorunu değiştirmesiyd. O güne kadar düz olan sahne onun ricasıydı “T”
şeklinde bir podyuma dönüştürülmüştü. Böylece Zeki Müren gazinonun her yerinden görülebiliyor, sanatçı hayranlarıyla
daha da yakınlaşabiliyordu. Her gece kendi programının başlamasından çok önce gazinoya gider, müşterilerinin kimler
olduğunu, ona çiçek yollayanları öğrenir, her biri için adeta bir başka şiir yazar ve bunları sahneden okurdu.
Konuşma tarzı, hitap tarzı da adeta bir devrimdi. Seyircilerine “ siz” der, onlara duyduğu sevgiyi, saygıyı
öylesinegüzel bir türkçeyle ve öylesine şairene dile getirirdi ki izleyiciyle kurduğu bu diyaloğu hiçbir sahne
sanatçısı böylesine başarıyla kuramamıştı.
Yemekli, içkili gazinolarda sahneye çıkıyordu ama sıra Zeki Müren’e geldiği zaman gazino adeta bir konser salonuna
dönüyor çıt çıkmıyordu. Garsonlar servis yapmayı bırakıyor, müşteriler çatal bıçakları bırakıyor, Zeki Müren’in
şarkıları, esprileriyle doyuyorlardı...
“Tiyatroda oynaması da olay oldu. Oyun, aylarca kapalı gişe oynadı.”
Şöhretin zirvesindeyken askerliği geldi çattı. Ankara Piyade Okulu’nda hakikilere büründü. Türkiye’nin dört bir
yanından her bölük Zeki Müren’in orada askerlik yapmasını istiyordu. O, kurada Tuzla Uçaksavar’ı çekmişti. Piyale
Okulu Komutanı odasına çağırdı ve “Oğlum Zeki, bir dilekçeyle piyadede kalmak istiyorum der misin?” diye sordu.
Hemencecik yazdı dilekçeyi ve Ankara’da kaldı ama 6 ay sonra Genelkurmay emri ile İstanbul’a Harbiye’ye aldılar onu.
Askerliği boyunca ordunun göz bebeğiydi. Verdiği 100’den fazla konserle askere moral kaynağı oldu. Orduya, askere,
devlete olan saygısını, sevgisini ölümünden sonra mirasının yarısını “Mehmetçik Vakfı”na bağışlayarak bir kez daha
kanıtlayacaktı.
Yıllar hızla geçiyor, Zeki Müren’in yıldızı söneceğine daha da parlıyordu. Plak, kaset dolduruyor, sahneye çıkıyor,
film çeviriyor, desen çiziyor, şiir yazıyor, durmaksızın üretiyordu. İşte bu yıllarda bu kez tiyatrocular çaldı
kapısını. Sıraselviler’de Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Arena Tiyatrosu’nda sahnelenelecek “Çay ve Sempati” de rol
almasını istiyorlardı. Cüneyt Gökçer’in yöneteceği oyunda bir kolej öğrencisini canlandıracktı. Rol arkadaşları
Altan Karındaş ve Asuman Korad’dı. Zeki Müren, birkaç dakika düşünmüş ve kararını vermişti: “Neden olmasın. Bir ses
sanatçısının tiyatroda oynayabileceğini ispat edebilmesi lazım” deyince teklifi getirenler sevinçten Zeki Müren2in
boynuna sarılmıştı. Tiyatro da oynaması da olay oldu. Oyun aylarca kapalı gilşe oynadı. Zeki Müren bir kez daha
başarmıştı.
“62 en büyük aşkım; 62 en deli gönlüm...62 en...neyse...Bindokuzyüz bilmem kaç; Veda kara dünyaya.”
1962’den sonrasını yazmamış, yazmak istememişti. En büyük aşkını zaman zaman dile getirse de ne kim olduğunu
öğrenebildik ne aşkın yaşanı;p yaşanmadığını...Anılarını yıllar sonra kaleme aldığında Bursa’da kapı komşusu olan
yeşil gözlü esmer güzeli bir kızdan söz etmiş, ona olan aşkını söylemeden kızın evlendiğinden dem vurmuştu ama
magazin basını bütün çabalarına karşın gerçek aşkının ya da aşklarının kim olduğunu, kimler olduğunu öğrenemedi.
Makyaj yapıyor olmasından, sahneye mini etekler, şortlar rengarenk cıvıl cıvıl kostümlerle çıkıyor olmasından
hareketle cinsel tercihi hakkında yorumlar yapıldı, imalarda bulunuldu. Şöferleri, aşçıları yardımcıları “cinsel
tercihlerini” herkese anlatmakla tehdit etti ama o bunların hiç birine en azından görünürde pabuç bırakmadı. Kırılan
kalbini, incinen onurunun, insanlara duyduğu güvenin sarsılmasını da içine gömdü. Bir televizyon programında cinsel
yaşamı ile ilgili imalara verdiği yanıtta gizliydi herşey :
“Tanrı’nın istediğinin önüne geçilmez. Tanrı nasıl nasih ederse öyle olur.”
VÜCUDUN İFLASI
Zeki Müren’in seksenli yıllarda yaşamında acılar,hastalıklar,üzüntüler vardı.Yıldızının parlama eğrisi hala
yukarıları gösteriyordu ama sağlığı yılların koşuşturmasına,heyecanına,stresine artık dayanamıyor,sağlık eğrisi
hızla aşağılara düşüyordu.
Ankara’da konser verdiği günlerdi.Ayaklarında,dizlerinde dayanılmaz ağrılar başlamıştı.Ayakkabılarını,o sevdiği
rugan pabuçlarını giymek ölümdü.Ama dayanıyordu.Zeki Müren söz verince onu tutardı.Yıllarca ödün vermediği bu
ilkesinden vazgeçemezdi.Ayakkabılarının önünü kestirip öyle giymeye başladı.Ayakları görünmesin diye de sahnenin
önünü çiçeklerle kaplatıyordu.Teşhis damar genişlemesiydi.Tek tedavi de kortizonlu iğnelerdi.Kortizonlu ilaçlar
yüzünden bir ayda tam 14 kilo almıştı.Artık sahnelere pek çıkmıyordu,televizyon çekimlerinde ise vücudu görülmesin
diye genellikle üstü çiçekli bir masanın arkasında duruyordu.Küçük çekim hileleriyle hızla kilo alan vücudunu
saklıyor ama hastalıklarını önleyemiyordu.Vücudu iflasa doğru gidiyordu.
Antalya’daki antik tiyatro Aspendos’ta şarkı söylemesi projesi o günlerde gündeme geldi.Antik tiyatro ilk kez böyle
bir konsere sahne olacaktı.”İlk”lerin adamı Zeki Müren’in bu projeye “Hayır” demesi çok güçtü.Kararını verdi:”O
konser hayatımın en büyük konseri,zafer tacı olacaktı.”
Konser günü Antalya boşalmıştı adeta.Yollarda faytonları çeken atların nal sesinden başka ses duyulmuyordu.Aspendos
ise tıklım,tıklımdı.Yalnız tiyatronun içi değil dışı da dolmuştu.Konserin birinci bölümü klasikti.Dede Efendi’yle
başlamış,Nevres Paşa’yla devam etmiş,birinci bölümü Bayburtlu Zihni’nin eserleriyle sonlanmıştı.Konserin ikinci
bölümünde Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar’ın eserleri vardı.Aspendos’un içinde ve dışında binlerce kişi nefesini
tutmuş,bu müzik ziyafetini dinliyordu can kulağıyla.Üçüncü bölüm cicili-bicili kostümleriyle çıkmıştı hayranlarının
karşısına,günün popüler parçaları ile coşturmuştu dinleyenleri.Konser bittiğinde Aspendos ayaktaydı.Çılgın
alkışların ardı arkası gelmiyordu.Zeki Müren mutluluktan sarhoş,acılarını,hastalıklarını,yorgunluğunu
unutmuş,havalarda uçuyordu.Sabaha karşı zorla yatağa gönderdiler.
1980’in Haziranı.Hava güzel mi güzel.Zeki Müren,son yıllardaki gözde yeri Kuşadası’nda Kalamaki Koyu’nda.Kumsalda
bir şemsiyenin altında oturmuş denize girenleri seyrediyor.Bir anda gözleri kararıyor,nefes almakta zorlanmaya
başlıyor.Adeta “Azrail boğazını sıkmaktadır”.Çevredekiler fark edip apar topar Alsancak’a Özel Sağlık Hastanesi’ne
kaldırılır.İlk tedavisini yapan doktorlar durumu özetler:Tansiyonu 12’ye düşmüş,nabız 100’e yükselmiş.Fazla
kilolarına tansiyon ve gut hastalığı eklenince kalbi dayanamamış.O gece Ege Tı;p Fakültesi’ne nakledildi.Bir hafta
sırtüstü yatmak zorunda kaldı.Şimdilik durumu iyiydi,kendi deyimiyle “Azrail’i kovmayı başarmıştı” ama sonrası için
daha köklü önlemler gerekiyordu.Dostları,yakınları seferber oldu.Ankara’da da doktorlara göründükten sonra durumun
ciddiyeti iyice ortaya çıktı.Bir an önce fazla kilolarından kurtulması gerekiyordu.Damarları kalbine yeterince kan
taşıyamıyorlardı.Houston’a gitmeye karar verdi.
Houston’da ünlü kalp uzmanı De Bakey’in ellerine teslim oldu.Anjiyo sonucuna göre kalbe giden üç damardan ikisi
tıkalıydı ama ameliyat olması gerekmiyordu.Bu habere çocuklar gibi sevinmişti.Ama bir an önce kilolarından
kurtulması gerekiyordu.54 gün boyunca sadece su içmesine izin vererek tam 25 kilo verdirdiler.
Türkiye’ye döndüğünde artık çok şey değişmişti.Yemesine,içmesine dikkat edecek,stresten,üzüntüden uzak duracaktı.
Bir sabah gazeteleri okurken gözüne bir ilan ilişti.Bodrum’da kiralık yazlık ilanıydı.Ev tutuldu.Zeki Müren Bodrum’a
gitti.Gidiş o gidiş.Bir daha da dönmedi Bodrum’dan.Bodrum’un yazlıkçıları da yerlileri de onu bağrına
basmıştı.Bardakçı Koyu’nun adı Zeki Müren Koyu olmuştu.Ama hastalıklar yakasını bırakmıyordu.Sürekli kontrol altında
tutulması gereken tansiyonu,şekeri,her an durabilecek kadar yorgun bir kalbi vardı artık.Her şeyden elini eteğini
çektiği yıllarda Alo deterjanlarının reklamlarına çıkması istendi.Tam onu kabul etmiş ve sözleşme imzalanmıştı ki
İstanbul’dan bir haber geldi:
“Zeki Müren devlet sanatçısı ünvanı verilecek sanatçılar listesindeydi.”
Ama reklam filminin anlaşmasını çoktan yapmıştı yani “Zeki Müren’in sözü”yle yetinilmemiş bir de sözleşme
imzalanmıştı.O yüzden devlet sanatçısı ünvanı verilmedi.Bu aksiliğe kalbi burulsada o zaten Türk halkının gözünde en
büyük ünvanları kendiliğinden kazanmış,en üst mertebeye ulaşmıştı.Onunla avunmayı yeğledi.
Bodrum’daki inziva da onu basının bir numaralı malzemesi olmaktan alıkoyamıyordu.Her gün yeni bir haberle
basındaydı.Bu haberlerin çoğu gerçeği yansıtmıyordu ama o bunların hiç birini “yalanlamıyor”,basındaki gerçek
dostları aracılığıyla işin doğrusunu yansıtmaya çalışıyordu.Sevenleri ise eski konserleri,kasetleri,plaklarıyla
avunuyordu.Artık birden çok televizyon kanalı,yüzlerce radyo istasyonu,bir çok gazino vardı.Hepsi sırayla kapısını
çalıyordu.Bir tek kaset,bir tek konser için yine akıl almaz paralar öneriyorlardı.Gerçi o günlerde ikna edilmesi
gereken babası,bitmesi gereken okulu gibi engelleri yoktu ama hepsine verdiği yanıt tekti: "Hayır sağlığım izin
vermiyor.”
Biyografik şiirinde söylediği “Bindokuzyüz bilmem kaç’a hızla yaklaşıyordu 1996 yılı başında içinde kı;pırdayan aşkı
daha fazla bastıramadı. Sanki ölmeden önce son kez hayranlarıyla buluşmak istiyordu. Sanki öleceğini
hissetmişti.Önce TRT’ye açtı kapılarını,yaşamını anlattı ince ince.Adeta TRT’ye onu Zeki Müren yapan,”Sanat
Güneşi”olmasına ilk olanağı tanıyan TRT’ye vefa borcunu ödemek istiyordu ölmeden önce...
Sonra o gün geldi.TRT İzmir stüdyolarında “Batmayan Güneş” adlı Zeki Müren Belgeseli’nin çekimleri ve bir ödül
töreni vardı.Yakınları sağlığı iyice bozulan Müren’in İzmir’e gitmesine karşı çıktılar.Hiç kimseyi dinlemedi.Hatta
sonradan evdeki yardımcılarının söylediğine göre o gün ilaçlarını da almadı.Evden çıkarken yardımcılarıyla
helalleşti ve onu son yolculuğuna götüren minibüse bindi.
Tarih 24 Eylül 1996’yı gösteriyordu.Zeki Müren TRT’nin İzmir Fuarı’ndaki stüdyolarındaydı.Yanında Ajda Pekkan ve
Muazzez Ersoy vardı.Onlarla sohbet etti,şarkı söyledi.Daha sonra TRT Genel Müdür Yardımcısı Altan Kıyal sanatçıya
Türk musikisine yaptığı hizmetlerden ve “Batmayan Güneş” adlı dizinin yapımındaki katkılarından dolayı teşekkür
etti.TRT’nin Zeki Müren’e bir de sürprizi vardı.Sanatçının 1951 yılında Ankara Radyosu’nda ilk şarkısını söylediği
mikrofonu hediye edeceklerdi.
Zeki Müren,çok heyecanlanmıştı.Oturduğu koltuktan güçlükle kalktı.Büyük bir gayret sarfederek birkaç adım attı ve
sunucu Hülya Aydın’ın eline sıkı sıkı tutunarak ayakta durmaya çalıştı.Bacaklarının titrediği,yüzünün solduğu
gözleniyordu.Altan Kıyal’ın konuşmasından sonra mikrofonu eline aldı ve son gücünü kullanarak şu birkaç cümleyi
söyleyebildi: “Böyle bir sürprizi beklemiyordum.Hayatımın en büyük anısı.O yıllara iniyorum.Ağlayayım mı, güleyim
mi?” dedi.Bunlar son cümleleriydi.Kıyal ve Aydın’ın yardımlarıyla koltuğa oturulan Zeki Müren fenalaşı;p kendini
kaybetti.TRT’ye çağırılan doktor ilk müdahaleyi yaptığında ise Zeki Müren çoktan hayata veda etmişti.
Yaşamı boyunca her türlü dedikoduya hatta kendi deyimiyle iftiraya rağmen hiç solmayan,ışığından hiç kaybetmeyen
Sanat Güneşi, 24 Eylül 1996 ‘da batmış,Türkiye’nin ilk sivil “Paşa”sı Zeki Müren “kara dünyaya veda etmişti.”
Geride 300’ü aşkın şiir, 500’ü aşkın plak, 100’e yakın beste, 18 film ve 1000’i aşkın desen bırakarak.Bir de
trilyonlarla ifade edilen miras.Onu da Mehmetçik Vakfı ve Türk Eğitim Vakfı'na bağışlamayı vasiyet ettiğini
öğrenecektik.
Cenaze töreni de hiçbir sanatçıya nasip olmayacak kadar görkemli oldu. Devletin en tepesinden en alt kademesine
kadar bir çok kişi başsağlığı mesajı yayınladı.
İlk tören Bursa Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu’nda yapıldı. Daha sonra Sanat Güneşi’nin bayrağa sarılan naaşı
Bursa Ulucami’ye kadar eller üzerinde taşındı.100 bine yakın kişinin katıldığı tören sonrasında Emirsultan
Mezarlığı’nda gözyaşları arasında toprağa verildi.Evet,işte 1931’de Bursa’da başlayan Türkiye’de sanat ve sahne
dünyasında bir çok “ilk”e imza atan hatta “devrim”ler yaratan Zeki Müren 65 yaşında yorgun kalbine yenik düşmüş bir
kuyruklu yıldız gibi kayı;p gitmişti hayatımızdan.
"6 Aralık 1931 doğmuşum, iyi mi etmişim?
37 İlkokul siyah önlük, beyaz yaka, toplumda ilk fiyaka
41 Orta mektepte soluk beniz, kısa saç ve umutlardan kıskaç
1945 Lise, pembe hayaller, yeşil filizler, yorulmayan dizler
Akademi 1950 renk dünyasında renksiz yelkenli
1952 film, plak, dik bir boyun ve alın ak
1954 sahne, çile, para, çile artık ne dilersen dile
62 en büyük aşkım, 62 en deli gönlüm, 62 en neyse
Bindokuzyüz bilmem kaç veda kara dünyaya"
Yalnız Allah'tan korkarım, Allah'ın dediği olur. Bu büyük alemi yaratan ve de yöneten yüce kudret, alnımıza bir yazı yazıyor diyorum ben doğarken. Doğuyor, yaşıyoruz. Ama pembe… Ama gri… Ama siyah olaylarla geçiyor bir ömür ve sonra da çaresi yok ölüyoruz. Evet. Ben bazen ölümü de özlüyorum. "Ölüm özlenir mi?" diyeceksiniz. O beni özlemeden ben yakınlık kurarım.Yeter ki tanrı onun bile hayırlısını versin. Gecinden versin. Başkalarına çektirmeden, gına getirmeden, başka kimseleri rahatsız etmeden… Ne demiş atalarımız? "İki gün yatak, üçüncü gün toprak..." Toprak verimlidir. Yine üzerimizde çimler bitecektir, yine onların da arasında kır çiçekleri olacaktır. Onlar bahar rüzgarlarıyla sallanı;p şarkılar söyleyecektir. Yeniler yetişecektir. Sonbahar gelir, kış gelir ama pıtır pıtır o pembe beyaz baharlar sardı mı bambaşkadır…
Binlerce, onbinlerce, kanayana kadar alkışlayan ellerden sonra bir yatak odası ve dört duvar, bir ayna, elbetteki yavaş yavaş başlayan bir bunalım. Uzun yıllar sonra günde 34 ilaç ve iki insülin iğnesi ve bununla yaşayan yapayalnız, evet hayret edeceksiniz ama yapayalnız bir Zeki Müren...
1931 yılının 6 Aralık Cuma sabahı ezanlar okunurken Bursa'da, Hisar semtinde Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı, iki katlı ahşap evde doğdum. Babam kereste tüccarı Kaya Müren, annem Hayriye Müren'dir. Başka kardeşim yok, tekim.
İlkokul 1. sınıfa başladığımda çelimsiz, zayıf, kırpma saçları böyle platine kesilmiş, Tophane yokuşundan uçarcasına kendini bırakan bir çocuktum. Çünkü hemen o yokuşun sonunda ilkokulumuz vardı.
İlkokulu, Bursa Osmangazi İlkokulu'nda bitirdim. Tophane Okulu, sonra da Alkıncı İlkokulu oldu. Efendim, okulumuz bir çıkmaz sokağın sonundaydı ama çıkmaz sokağın başında Osmangazi Hazretleri'nin ve de Orhangazi Hazretleri'nin türbeleri yanyana yeralmıştı. Arasından bir yolla Tophane bahçesine girilirdi. Şu meşhur kuleli, uzun bir kule olan içinde, halka açık bir bahçeydi o zaman da, şimdi de herhalde öyledir.
Bursa'da sünnet olan her çocuğun fayton araba, böyle çiçeklerle süslenmiş atlı fayton, o zaman landon da denirdi, landon arabayla ilk ziyaret ettiği zat Emir Sultan Hazretleri'ydi. O süslü arabayla Emir Sultan'a gidilir, dua edilir, eve dönüldükten sonra sünnet olayı gerçekleşirdi. Ben 11 yaşında sünnet oldum. Elbette ki o landon, yani faytonun büyüğü olan atlı arabayla böyle başımdan teller, sağ omuzumdan aşağı doğru iniyordu ve şapkamda da hakiki hem anneannemin hem teyzemin broşları ön kısmını süslüyor, bu bir adettir, yani her çocuk öyle süslü bir şapka giyerdi. Efendim şimdi asıl bir noktaya geleceğim. Emir Sultan Hazretleri'nin türbe ve camiini ziyaret ettikten sonra muhakkak uhrevi bir hava ile eve dönülüp, insan sünnet acısını hissetmezdi. Buna inanmanızı bilhassa istirham ediyorum. Emir Sultan Hazretleri dedim de rahmetli babacığımın kabri de şimdi hemen onun yamacında. Allah gani gani rahmet eylesin. Çok sevdiğim anneciğimden öğrendiğim Emir Sultan İlahisini ilk olarak bu programda sizlere sunmak geldi içimden ve okuyorum efendim.
Emir Sultan
Medine'den bir er uçtu
Uçtu da Bursa'ya düştü
Görenlerin aklı şaştı
Emir Sultan hu hu benim şeyhim hu
Sağ yanında oğlu yatır
Sol yanında kızı yatır
Var kendini Nur'a batır
Emir Sultan hu hu benim şeyhim hu
Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'de 2. Ortaokul'da tamamladım. Sesimin güzelliğini İlkokuldaki öğretmenlerim keşfetti ve okul müsamerelerinde bana başrolü vermeye başladılar. İlk rolüm bir çoban rolüydü. Etrafımda kızlar dönüyordu ve kepenek giymiş olarak aralarında şarkı söylüyordum.
"Çobanın kulübesi sazdan samandan
İçine de girilmez tozdan dumandan
Çoban yarin ölmüş, bıraksana kavalı
İşte bıraktım kavalı, neden ölmüş zavallı?"
deyip ağlıyordum. İlk rolüm budur. Hayatımdaki ilk rol.
Ortaokulu bitirdikten sonra Bursa bana adeta dar gelmeye başladı. Büyük şehre taşmak arzusuyla yanıyordum. Büyük şehir tabi ki İstanbul'du. Babama rica ettim ve İstanbul'da Boğaziçi Lisesi'ne yazıldım.
Boğaziçi lisesini birincilikle bitirip, Kabataş lisesinde verdiğim olgunluk imtihanlarını da pekiyi dereceyle kazandıktan sonraydı. O zaman sınavla öğrenci kabul eden tek okul Güzel Sanatlar Akademisi'ne, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, imtihanlarını kazanı;p girdim. Ve Akademi günleri başladı. Ne tesadüftür ki İstanbul Radyosu'nun açtığı ve çok büyük bir juri heyetinin huzurunda 186 kişiden bir tek benim kazandığım solist sınavına elbette ki başım dönerek girdim, sendeleyerek çıktım. Sevincim sonsuzdu, juri üyesinin gözlerindeki takdiri okuyordum, adeta başım dönüyordu ve bana seans verilecek günü kalbim gümbürdeye gümbürdeye bekliyordum.
Stajyerliğe tabi tutulmadan 1951'in 1 Ocak gecesi 20:30'daki 45 dakikalık en büyük program için, tanrım gani gani rahmet eylesin, çok büyük üstad Refik Fersan Beyefendi ve muhterem eşi Fahire Fersan hanımefendinin telefondaki o zarif, o nahif, o şefkat dolu sesi beni sevinçten çılgına çevirmişti. Gel diyorlardı. Gel, iki saat sonra en büyük seansı sen yapacaksın. İstediğin makamdaki bir dosyanı kap ve hemen koşa koşa gel. Tanrım sanki bana kanat takmıştı. Uçuyordum, adeta yön tayin edemeden uçuyordum. Radyo koridorları ve A stüdyosu. Kırmızı "prova" ve "susunuz" yazan 2 ışıklı levha, ortada büyükçe bir mikrofon ve karşımda yalnızca 5 saz sanatçısı. 5 sanatçı ama ne 5 zat! Hakkı Derman Bey, Serif İçli Bey, Şükrü Tunar Bey, Refik Fersan Bey, ve Necdet Gezen Bey. Küçük bir provadan sonra seansıma başladım. Ayaklarım yerden epey yukarıda boşlukta sallanıyor, böyle başarı kanatlarım beyaz bulutlara değiyordu sanki. Hicaz makamı ile başladım. Okunması kolay olmayan klasik parçalardan, en sonundaki "Yanık Anadolu Mayası"na kadar rüyada gibi söyledim, söyledim, söyledim... Gözlerimi kapadığımda gök kuşağından tüm renklerin nokta nokta uçuştuğunu sezinliyordum, fakat tabi ki notaya bakmaya mecbur olduğum için yine siyah beyaz yazılara dalıyordum. Bir asır kadar uzun veya bir saniye kadar kısa süren bu ilk seansımdan sonra tebrik telefonları, mektuplar, merak edenlerin sualleriyle dolu bir sürü istek, Bursa'dan rahmetli anneciğimle çok yakında kaybettiğimiz ve çok üzüldüğümüz büyük sanatçımız Sayın Hamiyet Yüceses Hanım telefonla adeta aynı anda, bir iki dakika arayla aradılar. İkisi de ağlıyordu. Hem ağlıyorlar hem kutluyorlardı. Ne kadar mutluydum. Biri Türkiye'nin en meşhur sanatçısı, diğeri beni doğuran ana. Ben onun ninnileri ile Türk Müziği'ni tanımıştım. Radyonun kapısına insanlar ve arabalar dolmuştu. Canlı neşriyatta tabii o zaman bant falan yok. Zaten ben İstanbul'a gittiğimde 12 sene canlı neşriyat yaptım. Canlı neşriyatın heyecanı çok başkadır, güzelliği çok başkadır. Mesuliyeti de tabi çok büyüktür. Kimdi bu çocuk diyorlardı. Gevrek, genç, tenor bir ses. Acaba kadın mıydı, erkek miydi aralarında iddia gidenler olmuş. Alın yazısında ne yazıyorsa o oluyor efendim. Anadolu'dan net dinlenemeyen İstanbul Radyosu, o zaman Ankara Radyosu'nun tüm Anadolu'ya hakim olduğu yıllar ve tesadüfe bakınız o hafta sanatçı Şükrü Pınar Bey'in beni okuldan alı;p, Yeşilköy'deki plak fabrikasına götürüp kendi eseri olan "Muhabbet Kuşu" nu plak okutması beni tüm Anadolu'ya tanıttı. Çünkü yeni biri çıkmış, İstanbul Radyosu Marmara bölgesi haricinde cızırtılı dinleniyor diyelim. Ama "Muhabbet Kuşu" plağı öyle değil. Edirne'den Ardahan'a her tarafta plak rekoru ve de beni ilk tanıtan şarkım "Muhabbet Kuşu".
Bestekârlık, şairlik, ressamlık, icracılık olur da, film çevirmeden bırakırlar mı adamı? Hadi Zeki'cik dedim, ha gayret. Ben de zaten çocukluğumdan beri hevesliyim, evimde yaptığım 5 yaşından itibaren çocuk müsamereleri, bu filmlerin ve tiyatroların ilk provalarıydı. Efendim ilk filmim, Cahide Sonku isimli ilahenin karşısında oynamak... Yani "Beklenen Şarkı"ydı. Beyoğlu'nda Cahide Sonku'nun resimlerini tek tek, tekrar tekrar izlemek. Sene 1953'te karşılıklı devrin en büyük filminde oynamak... En büyük diyorum, megalomani saymamanızı rica ediyorum. Çünkü o devir için 8,5 ayda biten ve de benim kendi dublajımı kendi yaptığım, bu da bir başarıydı tebrik ettiler tabii dublaj yapanlar ve de halkımız, çok güzel sonuç alındı, gişe rekorları kırıldı fakat Cahide Hanım neden bilmem çok güzel, çok büyük, biraz hırçın, biraz da kaprisliydi. Filmin gişe rekorları kırması ve de galalarda arabamızın havaya kaldırılması bu büyük fakat hırçın sanatçı etrafını kırıyor bazen, ben hariç herkesi üzüyordu. Tabii dolayısıyla ben de elbet üzülüyordum. Ve bu film yolu kader çizgimde parlak ve parlak olduğu kadar da virajlı ve engebeli olan bir yoldu. İnsanüstü bir güçle hem akademi son sınıfı pekiyi dereceyle bitirip hem de geceleri film çevirdiğim günlerde evimin merdivenini daha o yaşta zor çıktığımı hatırlıyorum. Hepsi halk içindi. Beni yaratan, beni yaşatan halk içindi. Hepsine helal olsun. Candan helal olsun.
26 Mayıs 1955 yılında sahne konserlerim başladı. Sahnede giydiğim ilk beyaz frag, ilk bordo simokin ve papyonuma işlettiğim küçük bir inci bir çok söylentilere yol açtı. Fakat bu gün bir çok sanatçı bunu tatbik ettiğine göre demek öncülüğünü yaptığım için memnun olmam gerekiyor. Bir de ben talebeyken tatil günlerinde diğer sanatçıları dinlemeye birçok gazinoya gitmiştim. Saz heyeti değişik kostümlerle sahneye çıkıyorlardı. Diyordum ki içimden bir gün sahneye çıkarsam ki bundan emindim, çıkacaktım okulum bitince, saz heyetine bir forma giydirmek, halk konserleri olduğu için bu siyah simokin olamazdı tabii ki mavi ceket, gri pantolon ve lacivert papyon olarak saz heyetine ilk aynı biçim ve renkte formayı ben giydirmiş oldum. Önce itiraz edenler oldu mesela merhum büyük üstad Salahattin Pınar Bey ben giymem dedi önce, rica ettim üstadım dedim siz çok şıksınız, gerçekten çok şık giyinen bir insandı Pınar, ne olur dedim kırmayınız, diğer sanatçılara örnek olunuz, peki dedi evladım ben de aynı elbiseyi giyeceğim dedi kabul etti.
Sahnede okuduğum ilk şarkı "Var mı hacet söyleyin ey Gülşen'im, ben kulunum sen efendimsin benim" isimli Muhayyer Kürd-i şarkıdır. Bu arada sahneye bazı yenilikler getirmeye çalıştım. Mesela halka daha yakın olmak için, arkadaki masalara daha yakından hitap etmek için podyum denen, "T" denen sahne çıkıntısını ben rica edip müessese sahibine yaptırdım. Dolayısıyla el mikrofonu kullanmam gerekti çünkü kordonsuz bir mikrofonla arkalara doğru uzanamazdım. Arkamda bir dekor olmasını istedim ve yaptılar. Sahneye ilk ark ışıklarını vurdurtmak ilk bana nasip oldu nacizane. Ve kostümlerimde büyük değişiklikler yaptım. Mesela simokinden, yakaları işlenmiş bir kostüme geçtim. Bir sezon sonra Türk motifleriyle bezenmiş, ki bunları nacizane kendim çiziyordum, başka bir simokin giydim. Ondan sonra daha fazla renkli, işlemeli, modern desenli kostümler giymeye başladım. Yine konserimin başında siyah bir simokin kullanıyordum. Sonraki şarkılarda dört - beş kostüm değiştirmeye başladım. Ve bunlar pelerinlere hatta mini şortlara kadar gitti. Halkımız hoş karşılamasaydı bunları giymezdim. Müstehdi bir bakış sezseydim zaten hemen keserdim bu işi ve smokin giymeye devam ederdim.
"Altın Plak" armağanını 1955'te Manolya isimli bestemle ilk alan nacizane bendenizim efendim. Her yıl bir film çeviriyordum ve gazino konserlerim devam ediyordu.
1957 yılında yedek subay olarak askerlik görevimi yaptım. İlk altı ay Ankara Piyade Okulu'nda, ikinci altı ay İstanbul Harbiye Temsil Bürosu'nda, üçüncü altı ay Çankırı'da teğmen olarak askerlik görevimi tamamladım. Sonra tekrar sahnelere döndüm. Plakları okumaya devam ettim. Her yıl o zaman on - onbeş plak okuyordum henüz longplayler yoktu. Radyo seanslarım devam ediyordu ve canlı yayındı. Banta alınmıyordu.
1965 yılında akademide ve daha sonra yaptığım resimleri 3 şehirde sergiledim. İstanbul'da Olgunlaştırma Enstitüsü'nde, Ankara'da Fransız Kültür Derneği'nde, İzmir'de Yumru Galerisi'nde resimlerimi, desenlerimi sergiledim halkımıza ve o yıl şiir kitabı çıkardım. Kitabımın ismi "Bıldırcın Yağmuru". içinde 100'e yakın şiirim var nacizane efendim. Okuduğum şarkıyı önce kendi kalbimin içinde hissediyor, sonra elektronlarımla beni saygıyla dinleyen kadirşinas dinleyicilerime sunuyordum.
Alkışlar… Alkışlar… Sonra taklitler taklitler, kıskançlıklar, tahrikler. Sahne arkasındaki giyinme odamda, masanın üstünde "Mitol" isimli burun damlam var. Genizlerim tıkanınca sahneden evvel iki damla damlatıyorum ve öyle çıkıyorum. O küçük şişenin içine kezzap doldurdular. Güya ben burnuma o Mitol damlasından çekince ses tellerim "Kırık Plak" filmindeki, tabi o senaryo icabı öyleydi, ses tellerim zedelenecek ve okuyamayacağım, ortalık başkalarına kalacak. Ey güzel Allah'ım, ey! Bu ne zalimliktir, bu ne vicdandır? Bu nasıl namustur, bu nasıl haysiyettir? Ben cevabını bulamadım. Daha neler, daha neler...
Hala benim dahi izah edip derinine malesef inemediğim bir yalnızlık duygusu var şöhretin içinde. Belki de dışında, kabuğunda… Evet bir yalnızlık duygusu… Yanında, yakında, gerçekte çileni paylaşacak çok candan kişileri göz bebeklerinin en derinlerinden gizlice dışarı sızan bir çekememezlik ve bir acılık, yani dostlukların yavaş yavaş eriyişi ve de, ne yazık esefle söylüyorum, bitişi.
Doktorlar sahneyi yasakladıktan sonra beş sene üst üste Bodrum Kalesi'nde epeyce uzun süren konserler verdim. Bodrum için can bile verilir. Çok güzel geçti konserler. Doğu'dan, Batı'dan, Kuzey'den, Güney'den pek çok sevenim kaleyi doldurdular. Yani Aspendos yavrusu olarak düşünüyorum ben bu konserlerimi. O Aspendos konserinin, hayatımın, sanat hayatımın tacıdır dediğim konserimin, bir tatlı sadık yavrusu olarak görüyorum. Çünkü orası yirmi yedi bin kişilikti. Muhteşem birşeydi. Burası da sevgi ve saygı bakımından aynı ihtişamı yaşattı ve yaşadı.
.............
İstanbul Yeşilköy'deki İnternational Hospital'da 19 gün yatı;p kontrolden geçtiğimde, üç sene evvel oluyor bu olay, çok sevdiğim doktorlarım bana ebedi bir arkadaş takdim ettiler. Bu dostun adı İnsülin idi. Meğer ben şeker hastasıymışım. Onu bilemiyordum. Sabah ve akşam muntazam olarak, 7'de ve 19'da, 22 deziyem iğnemi karnımdan kendi kendime yapmayı öğrendim. Ve şimdi çok rahat o işi kendim görüyorum çünkü sabahın 7'sinde iğneci bulmak da çok güç, başkasını uyandırmak da imkansız. Efendim, pankreasım nedense bana küsmüş, gereken maddeyi vücuda vermiyormuş yani adı tatlı olup da perhizi pek kolay olmayan şeker hastası teşhisi konmuştu. Söz dinlemek ve tavsiyelere uymaktan başka çarem yoktu. Allah'tan perhizime ve ilaca alışkındım, sıkılmadan devam ettim ve etmekteyim.
.............
ZEKİ MÜREN
Son tarihi bir bilseydim, iş;portacı olurdum Hayatın anası tablamda."
Sanat Güneşi Zeki Müren “Bıldırcın Yağmuru” adlı kitabına koymuştu bu biyografik şiirini. Yaşamını bu şiirle
özetleyivermişti. 1965’ te bu satırları yazarken bir tek şeyi bilmiyordu: “Kara dünyaya ne zaman veda” edeceğini...
Oysa biz artık biliyoruz: 1996’da bir güneş gibi parlamasını sağlayan sahnede, billur sesini bizlere duyuırduğu ilk
mikrofonu elindeyken yorgun kalbine yenik düştü.Geride 300’ü aşkın şiir, 100’e yakın beste, 500’ü aşkın plak, 18
film, bini aşkın desen ve kulaklarımızdan silinmeyecek, hiçbir ölçüyle ölçülemeyen güzellikte bir nida bıraktı.
Şimdi en başa dönüp Türkiye’nin bu ilk ve tek sivil “Paşa”sı Zeki Müren’i satır başlarıyla, zaman zaman kendi
ifadeleriyle tanıyalım.
“6 Aralık 1993 doğmuşum... İyi halt etmişim.”
63 yıl öncesinin Bursa’sı... Cumbalı evlerin yıkılmamak için sırt sırta verdiği Tophane Mahallesi Ortapazar
Caddesi’ndeki 30 Numaralı ev.Sadece mahallenin değil Bursa’nın en iyi giyinen erkeği diye ün salan Kaya Bey ve
güzelliği, tatlı diliyle mahallenin göz bebeği Hayriye Hanım sıkıntıda.Mahallenin ebesi Rukiye Hanım bir içeri bir
dışarı koşuşturup duruyor.Herkes hem endişeli hem heyecanlı hem de büyük bir merakta.Dakikalar geçmek bilmiyor.Gün
doğmak üzere.Sabah ezanına bir çığlık karışıyor.Rukiye ebe bir yandan bir oğlan doğduğunu müjdeliyor, bir yandan da
sanki içne doğmuş gibi “Göbek bağını uzun kesiyorum ki sesi güzel olsun” diyor.
Babaanne, “başarılı ve zeki olsun” diyerek adını ZEKİ koyarken, dede yıllarca kulağından silinmeyecek ve ilk müzik
dersi olan ninnisini fısıldıyor kulağına.
İşte böyle doğmuş yıllar sonra Türk Sanat Müziği’nde Türkiye’nin bir numarası olacak ZEKİ MÜREN...
“39 İlkokul: Siyah önlük, beyaz yaka. Topluma ilk fiyaka.”
Ahşap cumbalı evin üst katı.Minik Zeki 6 yaşında.Ev derin bir sessizlik içinde.Herkes uyuyor.O hariç.O pirinç
karyolasında sırtüstü yatmış pırıl pırıl parlayan gözlerini tavana dikmiş sabırsızlıkla sabahın olmasını
bekliyor.Çünkü aylar,günler boyu kedisi
“Benli”ye anlattığı hikayeleri sabah olunca gerçeğe dönecek.Günlerdir dört gözle beklediği okuluna nihayet bu sabah
kavuşacak Zeki.
Günün ilk ışıklarıyla hemen yatağından kalkı;p aşağıya iner. Babaanne çoktan kalkmış mangalda sabah kahvesi
pişirmektedir. Kimbilir belki o da torununu okula başlayacağı bu ilk güne hazırlanmak için sabahı zor etmiştir.
Zeki’yi bir güzel giydirir. Adeta gelini ile küçük bir rekabet yaşamış ve babaanne kazanmıştır. Anne Hayriye Hanım
aşağıya indiğinde Zeki çoktan okula hazırdır.
Hayriye Hanım,Zeki’yi Orhan Gazi İlkokulu’na götürür ve Nazire Öğretmen’e teslin eder. Yalnız “küçük” bir sorun
vardır: Zeki henüz altı yaşındadır.Müren ailesi ilk haftayı heyecanla bekler.Ya bir aksilik çıkarsa diye.Ne varki
küçük Zeki,tı;pkı adı gibi zeki bir çocuktur ve müjde gelmekte gecikmez: Zeki,okuma-yazmayı hemen söktüğü için okula
kesin kaydı yapılır.
Okul dışındaki günler de keyif içinde geçer.Aile tek çocuklarının üzerine titrer.Zeki’ye sokakta oynamak resmen
olmasa da yasaktır.Çünkü taşlı,topraklı yolda çelik-çomak oynarsa gözlükleri kırılabilir.Zaten çok ince
ruhlu,duygusal olan Zeki hem bu ruh halinin hen ailesinin etkisiyle evin merdiveninde oturur,sokakta oynayan
çocukları seyreder imrenerek.Neyseki bez bebeği “Tomris” vardır.En büyük eğlencesi akşamları evin merdiveninde
babasını beklemektir.Kaya Bey her akşam aynı saatte yolun başında göründüğünde Hayriye Hanım çoktan akşam sofrasını
hazırlamış olur.Rakılar içilir ve Zeki babasının dizindeki yerini alır her gece olduğu gibi büyük bir zevkle her
ikisinin de en çok sevdiği şarkıyı söylemeye başlarlar:
“Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen...
Kıskan beni, göğüsünde uyut, yan ateşimden...”
Pazar günleri biri beyaz biri doru iki atın çektiği minik faytonla anne ve babayla gidilen piknikler,piknikteki
çilingir sofraları hiç silinmez hafızasından.
Sahne tozunu ilk o yıllarda yutar: Her yaz gelen çadır tiyatrosu Zeki’nin en büyük eğlencesidir.Evde babaannesinin
gıcırdayan gramofonuna kayıt yapıyormuşcasına şarkılar söyleyen,bahçenin havuzunun duvarlarını sahne olarak kullanan
küçük Zeki için çadır tiyatrosunun çok büyük bir anlamı vardır,çünkü orada saz heyeti ve sanatçılar vardır.Çadır
tiyatrosu Bursa’da kaldığı müddetçe Müren ailesi iki gecede bir giderler.Zeki en önde oturur ve sırayla sahneye
çıkan sanatçılarla birlikte şarkıları mırıldanır,sahne kokusunu içine çeker doya doya... İşte bütün yaşamı boyunca
onu sahnelere bağlayacak tozu ilk orada yutar.Tiyatro dönüşü sıra Zeki’dedir.Eline renkli bir mendil alır,başına
şifon bir eşarp sarar,geçer aynanın karşısına saatlerce şarkı söylerdi.
“44 Orta mektep: Soluk beniz, kısa saç.Umutlardan kıskaç.”
Mora yarımadasından gelip Bursa’ya yerleşen,topuz saçları,bembeyaz uzun elbisesiyle mahallede herkesin
arkadaşı,ablası olan babaanne,Zeki’nin ortaokul yıllarında midesinden rahatsızlanmıştı.Yılda bir kez Tuzla’ya
İçmeler’e gelirdi.Zeki ile birlikte Mudanya’dan İstanbul’a gelir ve Sirkeci’dekiViyana Oteli’nde kalırlardı.Her şey
Zeki’yi adeta sahnelere hazırlıyordu.Otelin alt katındaki plakçı son çıkan plakları çaldıkça Zeki müthiş
heyecanlanır,şarkıları dinlemek için otelin penceresinden aşağıya düşecek kadar kendinden geçerdi.Bursa’ya dönmek
gelmezdi içinden.
Ortaokul bittiği zaman içindeki isteği bastıramaz hale gelmişti.Bursa ona dar geliyordu.İstanbul’a gitmek için
içinde dayanılmaz bir arzu vardı.Dinlemek istediği sanatçılar,müzik dersleri alabileceği okullar istediği herşey
İstanbul’daydı.Sonunda babacığına açtı derdini.Babası kırmadı onu.
“1947 Lise: Pembe hayaller, yeşil filizler.Yorulmayan yorgun dizler”
Bir sonbahar günü babası Zeki’nin elinden tutup İstanbul’a götürdü.Zeki burnuna gelen kokuyu çadır tiyatrosundaki
kokuyla karşılaştırdı.İstanbul’un kokusu ağır bastı.Çok sevdiği annesi,babası,neneleri,dedeleri,herkes Bursa’da
kalmış Zeki İstanbul’da Bebek’teki Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak kaydolmuş ve yepyeni hayata ilk adımını
atmıştı.İlk aylar çok zordu.Dağ sıla hasreti,aile özlemiyle doluydu.Etüd öncesi toplandıkları yüksek
tavanlı,muhteşem akustiği olan dershanede bu özlemini duygulu sesiyle dile getirir,sınıfı hıçkırıklara boğardı:
“Penceremden kar geliyor,
aman annem, gurbet bana zor geliyor...”
Sonra Zeki,yi sevinçten havalara uçuraçak bir haber duydular okulda.Ünlü bestekar Şerif İçli ve Kadir Şençalar
Boğaziçi Lisesi’ne gelerek ders vereceklerdi.İlk kayıt yaptıran Zeki oldu. Her Çarşamba hiç aksatmadan ders almaya
başladı. Sonraları dersler Şerif İçli’nin evinde de sürdü.Okulun tatil olmasını dört gözle bekliyordu. Ailesine
kavuştuğu ilk tatil, ilk bestesini de kazandırmıştı ona. Sözlerini de kendisi yazmıştı hem de akrostiş olarak:
"Zehretme bana hayatı cananım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederinle yanı;p sönse de canım
İnanki ben sana yine hayranım"
İstanbul ‘a döner dönmez “Acem Kürdi” makamında bestelediği bu ilk şarkısını keman ustadı Yavuz Özüstün ve Udi Edip
Dikencik ‘e mırıldandı. Onlardan aldığı “olur” ona dünyaları bağışlamıştı. Bu ilk beste Zeki Müren daha lisedeyken
henüz 14 yaşındayken radyoda Suzan Güven tarafından okunmuştu.
Boğaziçi Lisesi Zeki Müren’in hayatının dönüm noktasıydı. İlk bestesini orada okurken radyoda çalınmıştı. Radyoyla
tanışması da yine o yıllarda olacaktı:
Radyoda Zeki Müren’in bestesini seslendiren Suzan Güven bir gün okula gelmiş ve müjdeyi vermişti:
“Radyo imtihan açtı.Sanatçı alınacak.Bunu sana haber vermeye geldim.Mutlaka bu imtihana girmelisin.”
Sınav gününü nasıl bekledi,radyoevine kadar nasıl gitti,farkında değildi.Öylesine çok heyecanlıydı ki dizleri
titriyor,ağzı kuruyordu.Ama her şey radyoda jürinin karşısına,sazların önüne geçtiğinde bitmişti.Veli Kanık,Yorgo
Bacanos,Refik Fersan,Fahire Fersan,Cevdet Çağla ve Baki Süha Edipoğlu’ndan oluşan jürinin karşısında 3 bin eseri
ezbere bilen yaşı genç ama bilgisi,görgüsü,sesiyle 40 yıllık sanatçılara taş çıkartan bir Zeki Müren vardı.İlk
okuduğu şarkı Hicaz makamında “Nideyim sahnı çemen seyrini cananım yok” oldu.Sonra ardı geldi.Jüri Zeki Müren’i Bir
türlü bırakmıyordu.Sınava girmek için bekleyen 185 kişi kapıda sabırsızlıkla içeride ne olduğunu öğrenmeye
çalışıyor,jürinin istekleri ise bitmiyordu.Bir saatin sonunda jüriden bir tek ses çıkıyordu:
“Fevkalade,fevkalade...”
Boğaziçi Lisesi’nde bayram vardı.Çok sevdikleri Zeki Müren radyo sınavını da başarıyla geçmişti.Sıra program yapmaya
gelmişti ki birinci haftanın sonunda beklenen telefon geldi radyodan:
“Perihan Altındağ altındağ rahatsızlanmıştı ve yerine Zeki Müren’in programa çıkması” isteniyordu.En çok sevdiği
makam olan Hicaz dosyasını alı;p koşa koşa gitti radyoevine.Program tam 45 dakikaydı.Zeki Müren’in ilk
programıydı.Binlerce,milyonlarca insan onu dinleyecekti.Bacakları titriyor,sırtı terden ıslanıyordu ama o adeta
bülbül gibi önce hicaz şarkıları okudu,ardından kalan vakti doldurmak için bir maya,ardından bir türkü...45 dakika
bitmişti.Saz heyeti şaşkın,radyoların başındakiler merakta,Zeki Müren mutluluktan sarhoştu.Dinleyenler telefonlara
sarılmıştı.Herkes büyük bir merak içinde bu güzel sesin sahibini öğrenmek,tanımak istiyordu.Gelen telefonlardan biri
de Hamiyet Yüceses’tendi: “Radyodan 45 dakika boyunca ağlayarak dinledim seni evladım.Çok merak
ediyorum,kimsin,nesin?”
Çok değil,birkaç ay sonra yalnız Hamiyet Yüceses değil,tüm Türkiye onu tanıyacak,sevecek,hayran olacaktı.
Lise yılları böyle geçti.Bir yandan şöhret basamaklarını tırmanıyor bir yandan Refik Fersan’dan “feyz almaya” ,Şerif
İçli’den ders almaya devam ediyordu.
“Akademi 1950: Renk deryasında renksiz yelkenli”
Boğaziçi Lisesi Zeki Müren’i Türkiye’ye kazandırmıştı.Lise bittiği gün Zeki Müren
plakçıların,gazinocuların,filmcilerin peşinde koştuğu pırıl pırıl bir gençti.Sıra üniversiteye gelmişti.O artık bir
şöhretti ama ailesinin de etkisiyle okulu hep birinci sıradaydı.İstediği fakülteye girebilecekken o sınavla öğrenci
alan Güzel Sanatlar Akademisi’ ni seçti. İlkokuldan beri resme, güzel sanatlara olan ilgisi sınavı kolaylıkla
geçmesini sağladı.
Bir yandan akademiye devam ediyor, bir yandan da radyo programlarını sürdürüyordu. O yıllarda İstanbul ‘da üç gazino
vardı. Küçük Çiftlik Parkı, Tepebaşı Gazinosu ve Cumhuriyet Gazinosu. Gazino sahipleri sırayla Zeki Müren’in
kapısını çalıyor ve o günler için çok büyük paralar öneriyorlardı. Zeki Müren’in yanıtı hep aynıydı: “Hayır”.
Ama plak önerisine aynı kararlılıkla hayı diyemedi. Bütün plakçılar peşindeydi. En büyüklerinden biri görülmemiş bir
parayla kapısını çalınca kabul etti. Yeşilköy’de bir stüdyoda doldurulan ilk palak “Bir Muhabbet Kuşu” bir anda yok
sattı. Türkiye’nin her yerinde pikap olan her evde,lokantada, kahvede, meyhanede artık bir tek plak çalıyordu: Bir
Muhabbet Kuşu ... “Altın Plak “ ödülünü ise 1955’de doldurduğu “Manolya” adlı plağı ile alacaktı.
Sırada Yeşilçam vardı. İlk film teklifi baba dostu İhsan Doruk aracılığıyla geldi: Cahide Sonku, o yılların en gözde
sanatçısı, o unutulmaz güzellikteki Cahide Sonku müzikal bir film yapmak istiyordu ve başrolde Zeki Müren’i uygun
görmüştü. Babası “önce okul bitsin” diye direnecek oldu ama ikna edildi ve kollar sıvandı.
Yapmcılığını Cahide Sonku ve kocası İhsan Doruk’un yaptığı başrollerini Jeyan Mahfi Ayral’la Zeki Müren’in
paylaştığı “Beklenen Şarkı” adına uygun bir başarı elde etti. Türkiye Zeki Müren’i bekliyordu ve onu bağrına bastı.
Beyaz Perde’ye aranan renk bulunmuştu. Ardı ardına 18 film çevirdi. Her biri büyük başarı elde etti Şiir, şarkı,
desen derken Zeki Müren adeta güzel sanatların her dalında başarılı olabileceğini kanıtlıyordu. Filmlerde hem
oynuyor, hem söylüyor hem müzik yönetmenliğini yapıyor hem de kendi dublajını kendi yapıyordu. Sıra sahneye
gelmişti..
“1955 Sahne: Çile, para, para, çile.Ne dilersen dile.”
Gazino sahipleri kapısını aşındırıyordu.Biri gidiyor,biri geliyor,araya tanıdıklar konuluyor.”dile bizden ne
dilersen” deniyordu.Okul da bitmişti.Yani artık gazinocuları reddedeceği bir bahanesi de yoktu.Küçük Çiftlik
Gazinosu’nun sahibi Mahmut Alnar bu fırsatı değerlendirdi:
“Okulunuz bitmiş Zeki Bey,Size gecede 1200 lira teklif ediyorum.Evet mi, hayır mı?”Gecede 1200 lira... 1954 yılı
için bu parayı bir gecede kazanmak hayal bile edilemezdi.Zeki Müren’in dudaklarından dökülen “Evet” onu sahnelerin
“Sanat Güneşi” yapacak ilk adımdı.”Evet” dediği andan itibaren içine bir kurt düştü.İlk kez hayranlarının karşısına
çıkacaktı.Şimdiye kadar onu plaklarından,radyodan,filmlerinden izleyenlerin,sevenlerin karşısına etiyle,kemiği ile
ilk kez çıkacaktı. Öyleyse bir şeyler yapmalıydı. Yetenekleriyle nasıl ötekilerden faklı olduğunu kanıladıysa ,
görüntüsüyle de farklı olmalıydı. Birşeyler yapmalıydı. Günler, geceler boyu düşündü ve sonunda buldu. Sahneye önce
beyaz bir frakla çıkacak, beş şarkı sonra siyah bir frak giyecek, altı şarkı da bordo cıvıl cıvıl bir frakla
programını tamamlayacaktı. Tam içi rahatlamıştı ki aklına saz heyeti geldi. Ya onlar? ne giyecekti . Ogüne kadar her
biri başka biri başka bir renk giysisiyle hatta kirli buruşuk giysilerle çıkıyolardı sahneye. Onu da değiştirmeliydi
de nasıl? Akademi Dekoratif Sanatlar Bölümünü’nde okumuş olmasının da etkisiyle çözümü bulmakta gecikmedi. Hem sahne
düzenini değiştirdi, hem saz sanatçılarına bir örnek elbise giydirmeye karar verdi. Tek sorun her biri kendi alanınd
üstad olan saz sanatçılarına bunu nasıl söyleyeceğiydi. Ama duygusal, sevecen kişilği, insanlara duyduğu saygıyı,
sevgiyi göstermekteki becerisi ve nezaketi bunun da üstesinden gelmesini sağadı. Şıklığıyla tanınan Selahattin Pınar
bu işe biraz alınmıştı. Zeki Müren “Canım üstadım, diğerlerine de siz örnek olursunuz. Siz giyerseniz onlar da
giyer.” Deyince akan sular durmuştu.
Zeki Müren Küçük Çiftlik Gazinosunda sahne aldığı ilk gece bembeyaz bir frak giymiş arkasında oturan Selahattin
Pınar, Sadi Işılay, İsmail Şençalar, Yorgo Bacanos, Kadri Şençalar, Şükrü Tunar, Necdet Gezen (Müjdat Gezen’in
babası;), Fevzi Aslangil ve Hakkı Derman da bir örnek mavi ceket, gri pantalaton ve gri papyonlarıyla yerlerini
almıştı. Bu Zeki Müren’e göre “küçük değişiklik” ilerde sahnelerde yaratacağı büyük devrimin de göstergesi olmuştu.
Tarih 2 Mayıs 1955’ti. O gece Küçük Çiftlik Gazinosu’nda yer yerinden oynamıştı. Zeki Müren sahneden inemiyordu.
Gördüğü büyük ilgiye göz yaşlarıyla karşılık verdi. Kalbinin bütün bu heyecanlara nasıl dayandığını anlayamıyordu.
Sahne programlarının ardı arkası gelmiyordu. Biri bitiyor diğeri başlıyor, sahneden indikten sonra da “ekstralar”
başlıyordu. Bu ekstraların çoğu ona vaktiyle elini uzatan sanatçıların jübileleri oluyordu.
Sahnelerdeki devrim ise tüm hızıyla sürüyordu. Önce saz heyetinin sahne giysilerinin dışarda da giymemesi için küçük
bir önlem aldı. Giysilerin yakalarına parlak şal desenli parçalar koydurdu ve böylece elbiselerin gündelik yaşamda
giyilmesini ve yı;pranmasını önlemiş oldu. Ardından kendi giysilerini ele aldı. Modelini çiziyor, kumaşını beğeniyor
ve diktiriyordu. Her birinin de bir başka adı kostümlerinin . Kendi modasını kendi yaratıyordu. Neler yoktu ki bu
modada: Bir gün pullar, payetlerde süslü pırıl pırıl bir ceket, başka bir gün rengarenk ışıl bir kostüm. Ama en
büyük devrim sahneye şortla çıkmasıydı:
Apartman topukların moda olduğu yıllardı. Dizlerine kadar bağcıklı lame çizmeler, yakası tüylü, payetlerle süslenmiş
lame karışımlı mini minnacık bir şort takım ve arkasında yine elbisesine uygun renklerde şifon bir pelerin ,
kolunda-başında giysilerini tamamlayan aksesuarlarla seyircilerin karşısına çıktığında o güne dek süregelen bütün
kalı;pları, alışkanlıkları yıkmıştı. Aldığı kimi cılız eleştirilere karşı “Bir sanatçı hem kulağa hem gözlere hitap
etmek zorundadır” diyordu. O günlerde sınırlı sayıda olan magazin bası, müzik-sinema dergileri için bulunmaz bir
nimetti. Hemen her gün, her hafta Zeki Müren ile ilgili bir haber, Zeki Müren’in sahnelere getirdiği bir yenilik yer
alıyordu gazetelerde, dergilerde.
Bu yeniliklerden biri de Zeki Müren’in sahne dekorunu değiştirmesiyd. O güne kadar düz olan sahne onun ricasıydı “T”
şeklinde bir podyuma dönüştürülmüştü. Böylece Zeki Müren gazinonun her yerinden görülebiliyor, sanatçı hayranlarıyla
daha da yakınlaşabiliyordu. Her gece kendi programının başlamasından çok önce gazinoya gider, müşterilerinin kimler
olduğunu, ona çiçek yollayanları öğrenir, her biri için adeta bir başka şiir yazar ve bunları sahneden okurdu.
Konuşma tarzı, hitap tarzı da adeta bir devrimdi. Seyircilerine “ siz” der, onlara duyduğu sevgiyi, saygıyı
öylesinegüzel bir türkçeyle ve öylesine şairene dile getirirdi ki izleyiciyle kurduğu bu diyaloğu hiçbir sahne
sanatçısı böylesine başarıyla kuramamıştı.
Yemekli, içkili gazinolarda sahneye çıkıyordu ama sıra Zeki Müren’e geldiği zaman gazino adeta bir konser salonuna
dönüyor çıt çıkmıyordu. Garsonlar servis yapmayı bırakıyor, müşteriler çatal bıçakları bırakıyor, Zeki Müren’in
şarkıları, esprileriyle doyuyorlardı...
“Tiyatroda oynaması da olay oldu. Oyun, aylarca kapalı gişe oynadı.”
Şöhretin zirvesindeyken askerliği geldi çattı. Ankara Piyade Okulu’nda hakikilere büründü. Türkiye’nin dört bir
yanından her bölük Zeki Müren’in orada askerlik yapmasını istiyordu. O, kurada Tuzla Uçaksavar’ı çekmişti. Piyale
Okulu Komutanı odasına çağırdı ve “Oğlum Zeki, bir dilekçeyle piyadede kalmak istiyorum der misin?” diye sordu.
Hemencecik yazdı dilekçeyi ve Ankara’da kaldı ama 6 ay sonra Genelkurmay emri ile İstanbul’a Harbiye’ye aldılar onu.
Askerliği boyunca ordunun göz bebeğiydi. Verdiği 100’den fazla konserle askere moral kaynağı oldu. Orduya, askere,
devlete olan saygısını, sevgisini ölümünden sonra mirasının yarısını “Mehmetçik Vakfı”na bağışlayarak bir kez daha
kanıtlayacaktı.
Yıllar hızla geçiyor, Zeki Müren’in yıldızı söneceğine daha da parlıyordu. Plak, kaset dolduruyor, sahneye çıkıyor,
film çeviriyor, desen çiziyor, şiir yazıyor, durmaksızın üretiyordu. İşte bu yıllarda bu kez tiyatrocular çaldı
kapısını. Sıraselviler’de Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Arena Tiyatrosu’nda sahnelenelecek “Çay ve Sempati” de rol
almasını istiyorlardı. Cüneyt Gökçer’in yöneteceği oyunda bir kolej öğrencisini canlandıracktı. Rol arkadaşları
Altan Karındaş ve Asuman Korad’dı. Zeki Müren, birkaç dakika düşünmüş ve kararını vermişti: “Neden olmasın. Bir ses
sanatçısının tiyatroda oynayabileceğini ispat edebilmesi lazım” deyince teklifi getirenler sevinçten Zeki Müren2in
boynuna sarılmıştı. Tiyatro da oynaması da olay oldu. Oyun aylarca kapalı gilşe oynadı. Zeki Müren bir kez daha
başarmıştı.
“62 en büyük aşkım; 62 en deli gönlüm...62 en...neyse...Bindokuzyüz bilmem kaç; Veda kara dünyaya.”
1962’den sonrasını yazmamış, yazmak istememişti. En büyük aşkını zaman zaman dile getirse de ne kim olduğunu
öğrenebildik ne aşkın yaşanı;p yaşanmadığını...Anılarını yıllar sonra kaleme aldığında Bursa’da kapı komşusu olan
yeşil gözlü esmer güzeli bir kızdan söz etmiş, ona olan aşkını söylemeden kızın evlendiğinden dem vurmuştu ama
magazin basını bütün çabalarına karşın gerçek aşkının ya da aşklarının kim olduğunu, kimler olduğunu öğrenemedi.
Makyaj yapıyor olmasından, sahneye mini etekler, şortlar rengarenk cıvıl cıvıl kostümlerle çıkıyor olmasından
hareketle cinsel tercihi hakkında yorumlar yapıldı, imalarda bulunuldu. Şöferleri, aşçıları yardımcıları “cinsel
tercihlerini” herkese anlatmakla tehdit etti ama o bunların hiç birine en azından görünürde pabuç bırakmadı. Kırılan
kalbini, incinen onurunun, insanlara duyduğu güvenin sarsılmasını da içine gömdü. Bir televizyon programında cinsel
yaşamı ile ilgili imalara verdiği yanıtta gizliydi herşey :
“Tanrı’nın istediğinin önüne geçilmez. Tanrı nasıl nasih ederse öyle olur.”
VÜCUDUN İFLASI
Zeki Müren’in seksenli yıllarda yaşamında acılar,hastalıklar,üzüntüler vardı.Yıldızının parlama eğrisi hala
yukarıları gösteriyordu ama sağlığı yılların koşuşturmasına,heyecanına,stresine artık dayanamıyor,sağlık eğrisi
hızla aşağılara düşüyordu.
Ankara’da konser verdiği günlerdi.Ayaklarında,dizlerinde dayanılmaz ağrılar başlamıştı.Ayakkabılarını,o sevdiği
rugan pabuçlarını giymek ölümdü.Ama dayanıyordu.Zeki Müren söz verince onu tutardı.Yıllarca ödün vermediği bu
ilkesinden vazgeçemezdi.Ayakkabılarının önünü kestirip öyle giymeye başladı.Ayakları görünmesin diye de sahnenin
önünü çiçeklerle kaplatıyordu.Teşhis damar genişlemesiydi.Tek tedavi de kortizonlu iğnelerdi.Kortizonlu ilaçlar
yüzünden bir ayda tam 14 kilo almıştı.Artık sahnelere pek çıkmıyordu,televizyon çekimlerinde ise vücudu görülmesin
diye genellikle üstü çiçekli bir masanın arkasında duruyordu.Küçük çekim hileleriyle hızla kilo alan vücudunu
saklıyor ama hastalıklarını önleyemiyordu.Vücudu iflasa doğru gidiyordu.
Antalya’daki antik tiyatro Aspendos’ta şarkı söylemesi projesi o günlerde gündeme geldi.Antik tiyatro ilk kez böyle
bir konsere sahne olacaktı.”İlk”lerin adamı Zeki Müren’in bu projeye “Hayır” demesi çok güçtü.Kararını verdi:”O
konser hayatımın en büyük konseri,zafer tacı olacaktı.”
Konser günü Antalya boşalmıştı adeta.Yollarda faytonları çeken atların nal sesinden başka ses duyulmuyordu.Aspendos
ise tıklım,tıklımdı.Yalnız tiyatronun içi değil dışı da dolmuştu.Konserin birinci bölümü klasikti.Dede Efendi’yle
başlamış,Nevres Paşa’yla devam etmiş,birinci bölümü Bayburtlu Zihni’nin eserleriyle sonlanmıştı.Konserin ikinci
bölümünde Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar’ın eserleri vardı.Aspendos’un içinde ve dışında binlerce kişi nefesini
tutmuş,bu müzik ziyafetini dinliyordu can kulağıyla.Üçüncü bölüm cicili-bicili kostümleriyle çıkmıştı hayranlarının
karşısına,günün popüler parçaları ile coşturmuştu dinleyenleri.Konser bittiğinde Aspendos ayaktaydı.Çılgın
alkışların ardı arkası gelmiyordu.Zeki Müren mutluluktan sarhoş,acılarını,hastalıklarını,yorgunluğunu
unutmuş,havalarda uçuyordu.Sabaha karşı zorla yatağa gönderdiler.
1980’in Haziranı.Hava güzel mi güzel.Zeki Müren,son yıllardaki gözde yeri Kuşadası’nda Kalamaki Koyu’nda.Kumsalda
bir şemsiyenin altında oturmuş denize girenleri seyrediyor.Bir anda gözleri kararıyor,nefes almakta zorlanmaya
başlıyor.Adeta “Azrail boğazını sıkmaktadır”.Çevredekiler fark edip apar topar Alsancak’a Özel Sağlık Hastanesi’ne
kaldırılır.İlk tedavisini yapan doktorlar durumu özetler:Tansiyonu 12’ye düşmüş,nabız 100’e yükselmiş.Fazla
kilolarına tansiyon ve gut hastalığı eklenince kalbi dayanamamış.O gece Ege Tı;p Fakültesi’ne nakledildi.Bir hafta
sırtüstü yatmak zorunda kaldı.Şimdilik durumu iyiydi,kendi deyimiyle “Azrail’i kovmayı başarmıştı” ama sonrası için
daha köklü önlemler gerekiyordu.Dostları,yakınları seferber oldu.Ankara’da da doktorlara göründükten sonra durumun
ciddiyeti iyice ortaya çıktı.Bir an önce fazla kilolarından kurtulması gerekiyordu.Damarları kalbine yeterince kan
taşıyamıyorlardı.Houston’a gitmeye karar verdi.
Houston’da ünlü kalp uzmanı De Bakey’in ellerine teslim oldu.Anjiyo sonucuna göre kalbe giden üç damardan ikisi
tıkalıydı ama ameliyat olması gerekmiyordu.Bu habere çocuklar gibi sevinmişti.Ama bir an önce kilolarından
kurtulması gerekiyordu.54 gün boyunca sadece su içmesine izin vererek tam 25 kilo verdirdiler.
Türkiye’ye döndüğünde artık çok şey değişmişti.Yemesine,içmesine dikkat edecek,stresten,üzüntüden uzak duracaktı.
Bir sabah gazeteleri okurken gözüne bir ilan ilişti.Bodrum’da kiralık yazlık ilanıydı.Ev tutuldu.Zeki Müren Bodrum’a
gitti.Gidiş o gidiş.Bir daha da dönmedi Bodrum’dan.Bodrum’un yazlıkçıları da yerlileri de onu bağrına
basmıştı.Bardakçı Koyu’nun adı Zeki Müren Koyu olmuştu.Ama hastalıklar yakasını bırakmıyordu.Sürekli kontrol altında
tutulması gereken tansiyonu,şekeri,her an durabilecek kadar yorgun bir kalbi vardı artık.Her şeyden elini eteğini
çektiği yıllarda Alo deterjanlarının reklamlarına çıkması istendi.Tam onu kabul etmiş ve sözleşme imzalanmıştı ki
İstanbul’dan bir haber geldi:
“Zeki Müren devlet sanatçısı ünvanı verilecek sanatçılar listesindeydi.”
Ama reklam filminin anlaşmasını çoktan yapmıştı yani “Zeki Müren’in sözü”yle yetinilmemiş bir de sözleşme
imzalanmıştı.O yüzden devlet sanatçısı ünvanı verilmedi.Bu aksiliğe kalbi burulsada o zaten Türk halkının gözünde en
büyük ünvanları kendiliğinden kazanmış,en üst mertebeye ulaşmıştı.Onunla avunmayı yeğledi.
Bodrum’daki inziva da onu basının bir numaralı malzemesi olmaktan alıkoyamıyordu.Her gün yeni bir haberle
basındaydı.Bu haberlerin çoğu gerçeği yansıtmıyordu ama o bunların hiç birini “yalanlamıyor”,basındaki gerçek
dostları aracılığıyla işin doğrusunu yansıtmaya çalışıyordu.Sevenleri ise eski konserleri,kasetleri,plaklarıyla
avunuyordu.Artık birden çok televizyon kanalı,yüzlerce radyo istasyonu,bir çok gazino vardı.Hepsi sırayla kapısını
çalıyordu.Bir tek kaset,bir tek konser için yine akıl almaz paralar öneriyorlardı.Gerçi o günlerde ikna edilmesi
gereken babası,bitmesi gereken okulu gibi engelleri yoktu ama hepsine verdiği yanıt tekti: "Hayır sağlığım izin
vermiyor.”
Biyografik şiirinde söylediği “Bindokuzyüz bilmem kaç’a hızla yaklaşıyordu 1996 yılı başında içinde kı;pırdayan aşkı
daha fazla bastıramadı. Sanki ölmeden önce son kez hayranlarıyla buluşmak istiyordu. Sanki öleceğini
hissetmişti.Önce TRT’ye açtı kapılarını,yaşamını anlattı ince ince.Adeta TRT’ye onu Zeki Müren yapan,”Sanat
Güneşi”olmasına ilk olanağı tanıyan TRT’ye vefa borcunu ödemek istiyordu ölmeden önce...
Sonra o gün geldi.TRT İzmir stüdyolarında “Batmayan Güneş” adlı Zeki Müren Belgeseli’nin çekimleri ve bir ödül
töreni vardı.Yakınları sağlığı iyice bozulan Müren’in İzmir’e gitmesine karşı çıktılar.Hiç kimseyi dinlemedi.Hatta
sonradan evdeki yardımcılarının söylediğine göre o gün ilaçlarını da almadı.Evden çıkarken yardımcılarıyla
helalleşti ve onu son yolculuğuna götüren minibüse bindi.
Tarih 24 Eylül 1996’yı gösteriyordu.Zeki Müren TRT’nin İzmir Fuarı’ndaki stüdyolarındaydı.Yanında Ajda Pekkan ve
Muazzez Ersoy vardı.Onlarla sohbet etti,şarkı söyledi.Daha sonra TRT Genel Müdür Yardımcısı Altan Kıyal sanatçıya
Türk musikisine yaptığı hizmetlerden ve “Batmayan Güneş” adlı dizinin yapımındaki katkılarından dolayı teşekkür
etti.TRT’nin Zeki Müren’e bir de sürprizi vardı.Sanatçının 1951 yılında Ankara Radyosu’nda ilk şarkısını söylediği
mikrofonu hediye edeceklerdi.
Zeki Müren,çok heyecanlanmıştı.Oturduğu koltuktan güçlükle kalktı.Büyük bir gayret sarfederek birkaç adım attı ve
sunucu Hülya Aydın’ın eline sıkı sıkı tutunarak ayakta durmaya çalıştı.Bacaklarının titrediği,yüzünün solduğu
gözleniyordu.Altan Kıyal’ın konuşmasından sonra mikrofonu eline aldı ve son gücünü kullanarak şu birkaç cümleyi
söyleyebildi: “Böyle bir sürprizi beklemiyordum.Hayatımın en büyük anısı.O yıllara iniyorum.Ağlayayım mı, güleyim
mi?” dedi.Bunlar son cümleleriydi.Kıyal ve Aydın’ın yardımlarıyla koltuğa oturulan Zeki Müren fenalaşı;p kendini
kaybetti.TRT’ye çağırılan doktor ilk müdahaleyi yaptığında ise Zeki Müren çoktan hayata veda etmişti.
Yaşamı boyunca her türlü dedikoduya hatta kendi deyimiyle iftiraya rağmen hiç solmayan,ışığından hiç kaybetmeyen
Sanat Güneşi, 24 Eylül 1996 ‘da batmış,Türkiye’nin ilk sivil “Paşa”sı Zeki Müren “kara dünyaya veda etmişti.”
Geride 300’ü aşkın şiir, 500’ü aşkın plak, 100’e yakın beste, 18 film ve 1000’i aşkın desen bırakarak.Bir de
trilyonlarla ifade edilen miras.Onu da Mehmetçik Vakfı ve Türk Eğitim Vakfı'na bağışlamayı vasiyet ettiğini
öğrenecektik.
Cenaze töreni de hiçbir sanatçıya nasip olmayacak kadar görkemli oldu. Devletin en tepesinden en alt kademesine
kadar bir çok kişi başsağlığı mesajı yayınladı.
İlk tören Bursa Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu’nda yapıldı. Daha sonra Sanat Güneşi’nin bayrağa sarılan naaşı
Bursa Ulucami’ye kadar eller üzerinde taşındı.100 bine yakın kişinin katıldığı tören sonrasında Emirsultan
Mezarlığı’nda gözyaşları arasında toprağa verildi.Evet,işte 1931’de Bursa’da başlayan Türkiye’de sanat ve sahne
dünyasında bir çok “ilk”e imza atan hatta “devrim”ler yaratan Zeki Müren 65 yaşında yorgun kalbine yenik düşmüş bir
kuyruklu yıldız gibi kayı;p gitmişti hayatımızdan.
Post a Comment